Destroyer bir polisiye. Ama o bildiğiniz eğlenceliklerden değil. Hatta film bittiğinde ana karakterin bütün yükünü devralıyorsunuz. Nedir bu yük? Şudur:
İki acemi polis, tarikat benzeri bir yapı arzeden bir çetenin içine yerleştirilir. Maksat bellidir, yöntem belli: Günü geldiğinde çete tam bankayı soyacakken suçüstü yapmak ve çeteyi kodese tıkmak. Gelgelelim işler plânlandığı gibi yürümez ve ana karakterimiz kadın polisin hatası yüzünden, işler rast gitmez ve soygun sırasında hem cinayet işlenir hem de çete parayı alıp kaçar. O gün bugündür bir ‘kaybeden’dir kendisi; kazanmaya bunca and içmişken.
Biz bütün bu olup biteni, o meş’um hadisenin yıkımını üzerinden bir türlü atamayan kadın polisin gözünden izleriz. Geçmişine, özellikle de geçmişinin belli bir noktasına takılıp kalan karakter üzerinden ilerlediği için filmin anlatımı da o doğrultuda kotarılır.
Geçmişe gidişler ve günümüze gelişler… Hiç bitmeyen bir gidiş-geliş. Ne geçmişte aradığını bulabilme, ne de şimdide umduğunu görebilme.
Umutsuzluğun İçindeki Umut Çekirdeği
Yine de insan, filmin kadın kahramanının geleceğine dair bir umut beslemeden duramıyor. Öyle ya, en bıkkın nihilistin bile son adımı atmasını engelleyen bir şeyler olmalı. Ne ki vaktinden evvel nineleşmiş dedektifimiz, ruhunu bitkisel hayata havale etmiş gibi yaşamasına rağmen, yine de bir şekilde tutunma gayretinde. Teselliyi içkide aramasına rağmen.
İşi mi sağlıyor bunu? Ne gezer? Çocuğu mu? Hedefi mi? Hayali mi? Umudu mu yoksa?
Kime ve neye tutunsun? Kalmayan dostlarına mı? Soyu tükenen (Daha doğru ifadeyle ‘soyunu tükettiği’…) ahbaplarına mı? Yoksa uzun zamandır varlığından rahatsızlıklarını saklama ihtiyacı hissetmeyen iş arkadaşlarına mı?
Kızı bile kimsesizliğini çoğaltmada.
Öylesine bir kaybetmişlik… çökmüşlük… çıkışsızlık.
Bütün bu buhranın ortasında yıllar sonra çıkıp gelen, çöküşünün müsebbibi davayı çözme ve haklılığını kanıtlama ihtimali…
Yine de onca afattan sonra uzun vakittir vazifesinin hakkını veremediği için çevresi tarafından dışlanan, kocasının da, kızının da terkettiği, bütün bunlar yetmiyormuş gibi kendisi tarafından da yalnızlığa mahkûm edilen bu mağlûp kadının, alttan alta tutunduğu bir pamuk ipliği var: Haklı çıkma ihtimali.
Başka bir ifadeyle intikam.
Kapanmamış Dava, Kapanmamış Yara
Film ilerledikçe amirlerin masa başında aldığı ‘çeteye adam sokup çökertme’ plânının ne kadar kof kaldığını daha bir farkederiz. Ama çuvallama ne zaman ve nasıl başladı? Bu yanlış karar, nasıl tecelli buldu ki ana karakterimiz, yıkıntının küllerini hâlâ üzerinde taşımayı tercih edebiliyor? Hem de farkına dahi varmadan.
Amazon kadınlarını kıskandıracak kahramanımız, ortağının ısrarlı aramalarına ve destek gayretlerine rağmen, meselesini tek başına çözmekte kararlı. Şimdide başardığında geçmişteki başarısızlığını telâfi edeceği kabulü, kahramanımızı daha da yalnızlaştırır. Yine de sormadan duramayız: Tek başınalık nerede başlar, yalnızlık nerede biter?
Ve devam ederiz: Ukde ile saplantı, hakikati ortaya çıkarmak ile ortaya dökmek arzusu arasındaki fark nedir?
İnsan bir Kere Çuvallar
Phil Hay ile Matt Manfredi imzalı senaryo, filmin asıl belirleyicisi. Öyle ya, hızla beylik bir eğlenceliğe kayabilecek film, senaryosu sayesinde kendisine sağlam bir temel ediniyor. Bu temelin üzerine çıkan binanın, görünümünde gözlemlenen en bariz zaaf, makyaj aşamasında ortaya çıkıyor. Sözünü ettiğim o gidiş-gelişlerin beraberinde getirdiği kadın kahramanın gençlik hâli, yaşlılık hâli tezadını, filmin ekibi dijital efektlerle aşmaya gayret etmiş. Ne ki orası Hollywood ama gene de her şeyin bir sınırı var; Hollywood için bile. O yüzden de genç, çilli ve hayat dolu Erin’den yaşlı ve çökük Erin’e geçerken (Üstelik onca görsel başarıya rağmen…) zihnimiz, ortada yine de göze batan tahammülfersa farktan dolayı, gerçeğin değişkenliğinin bu kadarını görmezden gelemiyor.
Yönetmen mi? Zor bir meseleyi sıradan bir hikâye vesilesiyle anlatmaya sıvanmak bile takdire şayan bir hareket; polisiye gibi yeniliğe kapalı bir türde üstelik. Yine de insan, film bittikten sonra şu soruyu sormadan edemiyor: Klâsik bir kahraman hikâyesinin sınırları içerisinde kalarak insanın hatıratından müteşekkilliğini sorgulamanın barındıracağı risklere karşı bunca kayıtsızlık kabil mi? Başka bir ifadeyle eğlendirmek ile ciddi bir meseleyi ele almak arasındaki o dipsiz uçurum, nasıl görmezden gelinebilir?
Son tahlilde Destroyer, muhatabını asla eğlendirmeyen, kâfi miktarda hissettiren ve epeyce düşündürten bir film. Nihayetinde izlediğiniz, bir intikam hikâyesi değil, (O, işin zahir tarafı.) bir kendini keşif hikâyesi. Kemal yaşına girildiği hâlde kemalâttan eser barındırmayan bir yaşantı, nasıl bir değerlendirme süreciyle ibretengiz bir tekâmüle zemin teşkil edebilir?
Hangi hayati öğe, geçmişte yaşamayı tercih etmiş birini, olanca hakikatiyle şimdiye taşıyabilir ki!
Unutmak, unutamamak ve büyüyememek…
İnanması zor ama insan, unutma hakkından bile mahrum bırakılmış bir mahlûk. Ve aynı zamanda insan, istediğini unutabilenden çok, istemediğini unutamayan bir varlık. Ve istediğini unutamayan. Yaşantıladığını ancak dilediğinde bastırabilen, hatta yerini kendisinin bile hatırlayamayacağı bir dehlize gömebilen bir mahlûk. Destroyer işte insanın bu kabulü zor tarafının ıstırap verici bir timsalinin tahkiyesi.