Yapayalnızlık

İnsan cemaat fıtratı üzerine yaratılmıştır.
Biraradalık, insanın bugüne değin ürettiği ne varsa bilâistisna hepsinin müsebbibi.

Sadece zahirdekiler mi? İnsanın hakiki marifeti, kendisiyle ilgili tespit ve teşhisleri. Ve belki de tahlilleri; kısmetindeyse. Demek ki insan asıl kendisiyle ilgili keşiflerinde yekdiğerine muhtaç. Bu açıdan bakıldığında insanın hemcinsine sınırsızca mecbur bırakıldığını söylemek pekâlâ mümkün.

Öte yandan yalnızlık elbette bünyesinde sayısız fayda barındırmakta. Tarih boyunca bütün seçkin zihinler, hatta sıradan insanların arasında yeraldığı hâlde bu sıradanlığı aşma gayreti güdenler, meselâ farklı kültürlerdeki farklı esoterik anlayıştakiler… üzgünler, küskünler, kaybetmişler, tekrar kazanmak isteyenler… sanatçılar, düşünürler, büyücüler, kâhinler… Hepsi de yalnızlığın o kesif acılıktaki sütüyle beslenmeyi tercih eden kimseler.

Ben İdrakı ve Yalnızlık İhtiyacı
Hep kötüleriz yalnızlığı. Yaradılışımız hemcinsimizle birarada bulunmayı gerektirdiği için belki de çoğulluğun zıddını reddetmeye meyilliyiz. Yahut tahfif etmeye.

Aslında itiraf etmek makamındayız: “Ben kimim?” sorusuna eter-tutar bir cevap bulabilmek imkânı için de en çok ihtiyaç hissettiğimiz şey yalnızlık. Öte yandan yalnızlık, aynı soruya verilecek en yanlış cevaplar için bile en tehlikeli ortam. Yalnız kalmayı istemek, bilerek veya bilmeyerek Faustlaşmayı beklemek demek. Şeytan her yalnızın en yakın dostu; hatta varlığını kendisininkinden ayıramadığı için üzerindeki etkisini farketmekten mahrum kaldığı bir manevi kardeş. Şeytanlarından kaçmak için yalnızlığa sığınan herkes, aslında şeytanlarını çağırmaktan başka bir şey yapmadığını ayırt edemeyen bir gafil.

İnsan, yalnızlığı talep etme hakkıyla doğmuş bir varlık. Ne ki şurası önemli: Yalnızlık bir seçenek olduğu kadar, çoğun bir mecburiyettir de. Ve hatta mahkûmiyet.

İlginçtir, hücresindeki bir mahkûm, Tokyo Metrosu’ndaki insanların pek çoğundan daha az yalnızdır. Hele bir de kendisiyle sohbet edebildiği bir vicdana sahipse. Fakat modern şehrin göbeğindeki birey öyle mi peki?

Kitle, yalnızlığı azaltan değil, çoğaltan bir mahiyet arzeder. İnsan en çok da kalabalıkların arasında yalnızlaştığını farketmesiyle içindeki değişimlerin en azından gözlemcisi makamına tırmanabilir. Kalabalıkların arasına karıştığını varsayanlar sadece kemmiyetten ibaret.

Batı’nın Yalnızlığı, Doğu’nun Kimsesizliği

Galiba bu mevzua dair en köklü yanılgımız, yalnızlığın Batı’ya ve Batılı insanlara mahsus bir nitelik arzettiğini zannetmemiz. Öyle ya, özellikle son yüzyılda artan bir vurguyla romanlarda, hikâyelerde, filmlerde ve dizilerde her daim Batılı insanların yalnızlıklarının bitimsizliklerine tanıklık ederiz.

Doğrudur da. Batı serapa çorak bir yalnızlık tarlası…

Öte yandan bu tespit, Doğu’nun yalnızlığı aştığı manâsı taşımamakta. Çünkü Batı, kendi zihni ve ruhi macerasının onu sürüklediği en son raddede yalnızlık putuna toslamış durumda. Ama Doğu, henüz o bitimsiz yalnızlığının farkına bile varabilmiş değil. Bir bebek kadar gafletini sürdürmede. Bebek tabiatı gereği masum iken Doğu masumiyetini yitirdiği için maznun. Doğu, hakiki bitimsiz yalnızlığının cümle kapısını işaretten acizliğini sürdürmede.

Batı’da insan kalabalıklar içerisinde bile bitimsiz bir yalnızlığı yaşamaya mahkûm; Doğu’da ise en ücra dağbaşında sürmüş bir ömürde bile insan yalnızlığı tadamayabilmekte.

Şu soruyu sormanın vaktidir: İyi bir şey midir yalnızlık yoksa fena mı? Duruma göre değişiyorsa bu sorunun cevabı, o vakit ilkin şu hususu vurgulamak mecburiyetindeyiz: İnandırılmaya çalışıldığımız gibi aslında yalnızlık, bizatihi kötü bir şey değildir. Yalnızlık, beraberinde getirdikleri yüzünden, anlam değilse bile değer kazanan bir mahiyette. Unutmayalım, insan kendisini için her daim iyiyi isteyen bir varlık değil ki. Kendi eksikliği ile yakınlaşabileceği kimi yoksunlukları tatmak mecburiyetinde bir varlık.

Zorunluluk ve İhtiyaç Arasında

Tarih boyunca yalnızlık, bir tek kimi durumlarda ve belli şartlarda, üstelik geçicilik kaydıyla ancak istenen bir hâl iken çağdaşlaşmayla birlikte ilkin istisnailiğini kaybetmiş, ardından da dünyanın herhangi bir yerinde ve hangi şartlarda yaşıyorsa yaşasın, herkes için istenen, hatta arzulanan bir hedef hâline gelmiştir. Evet, özellikle de gelişmiş sayılan toplumlarda. Fakat unutmamak gerekir ki gelişmişlik diye adlandırılan durum, aynı zamanda ruhun bitimsiz bir açlığa mahkûm bırakıldığı anlayışı da beraberinde getirmekte.

Meselenin toplumla ilgili bu yönünü gözardı etmeden soralım: Niçin böylesine arzulamaktayız yalnızlığı? Tek başımıza kalıp yakın dönemdeki eylemlerimizi veya uzak geçmişteki yanlışlarımızı mı kendimizle mütalâaya ihtiyaç hissetmekteyiz? (Ki dikkat edilirse bu durum bile bizatihi beraberinde muvakkatliği getirmekte.) Yoksa eylemlerimizden ve durumlarımızdan bağımsız bir tarzda kendimizle başbaşa kalmak için mi yalnızlığa muhtacız? Galiba bu soruya verdiğimiz cevap, kişiliğimize dair en önemli kıstaslardan biri. Aynı zamanda biliyoruz ki yerine göre hayasızca bir tanrılaşma talebidir yalnızlık, yerine göre tanrısıyla hasbihâl edebilmenin fırsatının peşinden koşma.

Ne ki şurası kesin: Bir tek yalnızken asliyetimize yakınlaşabiliriz. Ve bir tek yalnızken asliyetimizden, geri dönemezcesine uzaklaşabiliriz. Zıddıyla birlikte ve birarada kaim böylesi başka bir durum zikredebilir miyiz? Yalnızlık kadar kuvvetli ve onun kadar dönüştürücü… Bir yönüyle elması bile pamuklaştırmanın fırsatı, öbür yönüyle çektiği ıstıraplarıyla yumuşasın diye yaratılmış kalbi granitten daha çok sertleştirmenin imkânı.

Hâlbuki insan, çaresizliğini ve sınırlılığını en çok da bu yalnızlık meselesinde idrak etmeye memur. Öyle ya, ne tam anlamıyla istediği gibi yalnız kalabilir insan, ne de dilediği kadar hemcinslerinin arasına karışabilir.

Zan üzerine yaratılmışız vesselâm.

Mesele, doğru zannın etrafında gezinebilmekte.