Dror Ze’evi Yahudi bir akademisyen. İsrail’de Ben Gurion Üniversitesi’nde Orta Doğu Tarihi dersleri verir. Uzmanlık alanı Osmanlı ve Kudüs. Birçok başka Yahudi akademisyen gibi Osmanlı’ya dair ne varsa didik didik edenlerden. Hususen de Osmanlı’nın 17. ve 18. yüzyılları Ze’evi’nin otağ kurduğu dönem.
Yaptığı akademik çalışmalar doğrultusunda 1995–1998 yılları arasında Ortadoğu Çalışmaları Bölümü’nün Başkanlığı’nı yürüttü. Aynı zamanda, İsrail Ortadoğu ve İslâm Çalışmaları Derneği’nin Başkanlığı da başka bir görevi.
Dror Ze’evi’nin Kudüs adlı bir kitabı var. Kitabın alt başlığı 17. yüzyılda Bir Osmanlı Sancağında Toplum ve Ekonomi. Kitap bundan 19 sene evvel Türkçe’ye çevrildi ve Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından da yayımlandı. Çevirmen ise Serpil Çağlayan. Galiba akademik ilgi alanının dışına taşamadı pek.
Hâlbuki kitap, sadece üç büyük dinin mübarek şehri Kudüs’le ilgili değil, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin genel yapısı hakkında da, özellikle sancak idaresi meselelerine dair mühim bir hazine.
KUDÜS OSMANLI’YA MUHTAÇ
Falih Rıfkı Atay, Osmanlı Devleti’nin son günlerini anlattığı Zeytindağı adlı kitabında Kudüs’ten bahsederken üç dinin de mübarek kabul ettiği ve paylaşamadığı bu şehirdeki Osmanlı varlığını şöyle özetler: “Kamâme Kilisesi’nin Hıristiyan milletler arasında taksim edilmiş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve bütün kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdi. Onun için Kamâme anahtarı bir hocanın elindedir. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın vazifesini yapıyoruz.”
Atay’ın, bir gazeteci olarak yıkılmasına şahitlik ettiği Osmanlı Devleti, 400 yıla yakın bir süre bölgede şüphesiz anahtardan çok daha fazlasına sahip çıktı. İşte bu sahiplenmenin nasılına dair akademik bir tasvir var karşımızda. Dror Ze’evi’nin mezkûr kitabı, 17. yüzyıldaki Kudüs’ü dünyanın dört bir köşesindeki arşiv ve kütüphanelerden yararlanarak inceliyor sözkonusu kitapta. Kitabın esas malzemesi ise dönemin kadı sicilleri.
Öyleyse kitaptaki her kabule, her çıkarıma kayıtsız-şartsız inanmak mı lâzım? Tersine, bu hususun altını çizmemin gayesi de tarihin geçmişte hakikatleri ortaya çıkaran bir bilgi dalı değil, hatta bunun zıddına, eldeki belgelerin arasından tercih edilenlere, belli gayeler doğrultusunda istenen soruların sorulması ve elde edilen cevapların da belirli hedefler doğrultusunda tanziminden ibarettir.
ZİHNİ DUVAR VE FİZİKİ DUVAR
Weber’den beri Batı sosyolojisinin şehirleri değerlendirme anlayışı, klâsik ‘Doğu sorunu’ şablonlarından koparılamayacak bir çalışmalar yığını meydana getirdi. Batı’da formüle edilen bir kavram olarak tanımlanan Doğu kavramı da, tanımı da, zaten her veçhesiyle ‘doğu sorunundan’ ayrı tutulamaz. Bu bakımdan Hıristiyan hacı adaylarının gözlem notlarına dayanan ilk oryantalist çalışmalardan itibaren Kudüs, dikkatle incelenmesi gereken bir örnektir.
Öte yandan Weber ve pek çok ardılı, ‘şehir’in Batılı bir kavram olduğunu ve Batı’yla sınırlı kalması gerektiğini savunur. Bu yargı öylesine uç noktaya vardırılır ki İslâm şehir tarihçisi Ira Lapidus, Doğu’da şehir yerine “sadece bir caddeler ve sokaklar yığını” bulunduğunu iddia eder. Ona göre Doğu’da şehir yerine “hiçbir toplumsal gövdeye karşılık gelmeyen bir coğrafi tesadüf sözkonusu”dur.
Yazarın zikrettiğimiz kitabının ehemmiyeti de tam burada ortaya çıkıyor. Çünkü Ze’evi, kuruluşu ve genel plânının şekillenişi bakımından İslâmiyet’ten öncesine dayanmasına rağmen Kudüs’ü serapa bir İslâm şehri olarak tanımlıyor: “Kudüs, İslâm uygarlıklarının kendi özel şehir türleri ve kendi özel cemaat tipleri oluşturmayı başardıklarını gösterir.”
Bu farklı perspektifi yakalamasında, zannediyorum ki onun Kudüs Şer‘i Mahkemesi’nde geçirdiği uzun vakitlerin payı yüksek. “Şer‘i mahkemede çalışmanın en alışılmadık yanı, burasının bir arşiv olmamasıydı. Bizler işlemekte olan bir mahkemede çalışıyorduk. Bu deneyim bana, araştırmam hakkında, bu kitapta titizlikle bir araya getirilmiş malzemeden çok daha fazla şey öğretti.” Evet, işlemeye ve yaşamaya devam eden bir mahkeme…
MERKEZ VE TAŞRA
Mesafe gözüyle İstanbul’a uzak bir şehir Kudüs. Ama bir sınır boyu da değil. Osmanlı Türkü’nün gözünde Mekke’nin ardında ama İstanbul’un önünde bir mevkie sahip. Bütün mübarekliğine rağmen tipik bir Osmanlı sancağı durumundaki şehir, 17. yüzyıl boyunca herhangi bir savaşa veya isyana sahne olmaz. Ama 1703’te yaşanan isyan, dipten dibe bazı kaynamaların yaşandığını teyit ettiriyor. Bir yanda sancak beyi, öbür yanda sipahiler, kadılar, eşraf ve bilumum esnaf. Ve aralarındaki bitmeyen nüfuz mücadelesi… Bütün bunlar Osmanlı’yı anlamak için Kudüs’ün niçin önemli olduğunu daha iyi ortaya koyuyor hiç şüphesiz.
“Kudüs’ün tarihini göz önüne aldığımızda, Osmanlı ‘tarihyazımında’ baskın kabul yükselme ve gerileme paradigmasının, Osmanlı taşra tarihini yorumlama çabamızda bize yardımcı olmayacağını söyleyebiliriz. Bu paradigmanın yerine, Osmanlı İmparatorluğu’nu birbiri ardına gelen merkezileşme ve ademi merkezileşme döngüleri içinde gören paradigmayı koyan teoriler, 17. yüzyıldaki olaylar ve süreçleri daha doğru yorumlayabilme gücüne sahiptir.” diyen Ze’evi, bir tarihçi olarak Kudüs çerçevesinde Doğu’ya ve İslâm’a, standart eski oryantalistlerin at gözlüklerinden bakmadığı için kitabı, hâlen daha ayrıca tartışmaya değer.
BUGÜNDEN BAKINCA
Saraybosna, Keşmir, Kudüs, Arakan, Endülüs, Taşkent, Buhara… İslâm tarihinin belli başlı dönemlerinin kilit mekânları…
Birçok Müslüman aydına göre bu şehirler, en iyi ihtimalle, günlük gelişmelerin takip edildiği birer haber malzemesi…
Fakat başta Kudüs olmak üzere bu şehirler, büyük bir rüyanın sancak parçalarının dağıldığı köşe-bucak değil mi? Hususen de Kudüs.
Çünkü Kudüs, bir buçuk milyarlık İslâm âleminin hâli pürmelâlinin remzi. Tarihteki asalete rağmen bugünkü zilletin!
Kudüs meselesindeki tavrıyla Müslümanlar ya yeniden istiklâllerine kavuşacak veya daha kesif bir izmihlâle gark olacak. İsrail’in 70 yıldır istikrarla devam ettirdiği siyaset sonrasında Kudüs günbegün, ânbeân işgal ve yağma edilmekte.
Kudüs bir hamasetten fazlasını hak etmiyor mu?