Aslında yazının başlığı ‘AK Parti’nin laiklikle imtihanı’ olacaktı. Fakat bu imtihanın “velev ki” vurgusu ile başlayan hikâyesine atıfta bulunmak daha anlamlı olacaktır diye düşündüm.
Büyük bunalımların, toplumsal olayların, siyasi krizlerin, darbe imalarının ve kaoslara kapı aralayan cinayetlerin gölgesinde girilen 2007 seçimleri geride kalmış ve AK Parti yüzde 47 oy alarak ikinci kez tek başına iktidar dönemine girmişti. 2002’nin üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen 28 Şubat darbesinin Müslümanlar üzerindeki baskısı devam ediyordu. Devlet ve CHP zihniyetinin uyguladığı dışlama, öteleme ve eşitsizlikler karşısında, “AK Parti iktidar fakat henüz muktedir değil” söylemine sarılarak yaşanılanların sineye çekildiği günlerdi.
İradesi ile cumhurbaşkanlığı makamına eşi başörtülü olan Abdullah Gül’ü taşıyan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da sabrının sonuna gelmişti. Bu tarihe kadar kamuda ve okullardaki başörtüsü yasağının sona ermesi için “toplumsal mutabakat” mekanizmasını işaret eden Erdoğan, 14 Ocak 2008 günü resmi ziyaretler için gittiği İspanya’da yaptığı açıklama ile işaret fişeğini ateşlemişti. Erdoğan, Türkiye’de başını örtenlere “başörtüsünü siyasi simge olarak kullanıyorsun” şeklinde baskılar yapıldığını söyleyerek “Velev ki bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bunu suç kabul edebilir misiniz? Simgelere bir yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var? Buradaki dert başka aslında” demişti.
AK Parti’nin laiklikle imtihanı işte bu sözler üzerine başlamıştı. Üç gün sonra bir açıklama yayımlayan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya açıkça meydan okuyarak başörtüsü yasağının kaldırılamayacağını iddia ederek, bunu düşünen partilerin kararlarını gözden geçirmesini istedi. Laiklik çelikten bir duvardı ve AK Parti’nin MHP ile çıkardığı anayasa değişikliği Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. (Bknz: Hürriyet’in ‘411 el kaos kalktı’ manşeti) Başsavcı Yalçınkaya ise siyasi iktidarın, devlet iktidarı güvencesindeki laikliğe dokunmasının bedelini ödetmekte kararlıydı. Dediğini de yaptı. Açıklamasından günler sonra “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla AK Parti’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. Google’den derlenen kapatma iddianamesindeki deliller arasında Başbakan Erdoğan’ın bazı sözleri de laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak gösterilmişti. Erdoğan’ın “Türban konusunda söz söyleme hakkı yargının değil ulemanındır” açıklaması partinin şeriat amacı doğrultusunda dini hükümleri referans olarak gösterdiği şeklinde yorumlanmıştı. Erdoğan’ın İspanya’da sarfettiği “velev ki” diye başlayan sözleri de dosyadaydı.
AK Parti kapatılmadı fakat laikliğe aykırı hareket ve davranışlardan dolayı yargılanarak hazine yardımı kesilmesi cezasına çarptırıldı.
Sonrasında ise laiklik engeline takılan özgürlükler yine aynı AK Parti tarafından tek tek güvence altına alındı. Laikliğe güç veren ve ondan güç alan çevrelerin kahrolmalarına, saç baş yolmalarına rağmen 28 Şubat’ın bütün izleri silindi. İade-i itibarlar yapıldı. Türkiye’de İslam dini de dindarlar da yıllar sonra nefes aldı, almaya da devam ediyor. Camiden eve, evden camiye bir hayat rahatlığına erişti Müslümanlar. Belki de bu yüzden dönüp geriye bakmak istemiyoruz ve o buhran dolu günleri hatırlamaktan yorulduk.
Fakat Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın geçtiğimiz hafta yaptığı çıkış, Türkiye’yi yeniden laiklik gerçeği ile yüzleştirdi.
Daha birkaç yıl önce yaşam şeklimize, ibadetlerimize ve kılık kıyafet tercihlerimize kadar karışıp, türlü yasaklar koyan laikliğin tüm varlığıyla ilk günkü yerinde gördük. AK Parti’yi kapatmaya kalkan ve hazine yardımı ile cezalandıran laiklikten bahsediyoruz. Bu laikliğin gadrine uğramış bir dünya insan, anlam verilememiş zulümler ve tarifsiz acılar var ardımızda.
Türkiye yeni Anayasa ve Başkanlık formülü üzerinden sistem değişikliğini tartışıyor, kararlı bir şekilde büyük bir dönüşüme hazırlanıyor. Fakat laiklik de aynı yerinde duruyor. İleride siyasi irade el değiştirdiğinde eski kudretli, dediğim dedik, yerel ve evrensel yasalara uyan değil de yasaların uydurulduğu haliyle hem de.
Öte yandan laikliğe dokunulması hatta dokunulmasının konuşulması bile hiç bir şekilde kabul edilmiyordu. “Peki, ne olacak” sorusu bile henüz tam olarak sorulmamışken bu açmazın imdadına laikliği savunanlar yetişti. Laikliği rejimin teminatı olarak gösteren çevreler bir anda dini yaşantının da garantisi olduğunu dillendirmeye başladı. Bu sayede sağlıklı bir zemin oluştu aslında.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hırvatistan’daki demeci de eklenince, laikliğin ne olduğu değil de, ‘ne olmadığı’ tartışması gelişti. CHP’nin çıkarmaya hazırlandığı olası rejim krizi de bu gelişme sayesinde havada kaldı.
Laikliğin ne olmadığı meselesini ise uzun uzun tartışmak gerekiyor. 90 yıldır toplumun iliklerine işletilen ve kişisel özgürlüklere teminat olarak gösterilen, bu sebeple yan gözle bile bakılamayan laikliği, Türkiye’de bir tek Müslümanların yaşayamadığını en iyi de AK Parti biliyor.
Laikliğin ne olduğu değil de ne olmadığı kısmı çok net ifadelerle belirlendiği bir sistem değişikliği, devletin dine ve dindarlara müdahale etmesi olasılıklarını ortadan kaldırmaya yetecektir. Gerisi laik olmayan, olmak istemeyen, bu ilkeyi benimsemeyen veya tam tersi düşünen vatandaşların yaşam şekline kalmıştır. Tam da laiklik bizlere zulmederken düşündüğümüz ve arzuladığımız gibi değil mi?