İşte Celâl Bayar’ın gözündeki Said Halim Paşa: “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlılıktan başlayarak geçirdiği ideoloji istihalesinden -sırası geldikçe- bahsetmiştim. Said Halim Paşa’nın bu konuda sonuna kadar sadık kaldığı inancını, şu birkaç kelimeden ibaret sözü anlatmaya yeter sanırım: Müslümanın vatanı, şeriatın hâkim olduğu yerdir… O, böyle bir düşüncede, İslâmcı ve ümmetçi bir siyaset adamıydı.”
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesini gerektiren malûm vakalar bizde şu kanaati uyandırdı: Muasır milletlerin derecesine ulaşmadan önce yapılacak ciddi pek çok işlerimiz vardır. Buna rağmen bugün, zamanın gerçeklerine aldırmayarak bizi çeşit çeşit nazariyeler peşinde koşturan bir hayalperestliğin içine düşmüş gibi görünüyoruz. (…) Her milletin kendine has fikirleri ve hisleri olmasaydı, içtimaiyat ilmi, hayvanat ilmi ile garip bir şekilde içiçe bulunurdu. Bunun içindir ki başka milletlerin tecrübelerinden istifade etmeye kalkışan bir milletin, tamiri imkânsız bir takım hatalara düşmemesi güçtür.
Gerçi başka milletlerin, çoğu zaman pek pahalıya mâlolmuş bulunan siyasi tecrübelerinden zahmetsizce istifade edebilmek pek çekici bir şeydir. Fakat garbın düşünce tarzı ve ruh halleri ile şarkın düşünce ve ruhu arasındaki ortak noktalar –ekseriya umulanın aksine– pek azdır. Bu yüzden, böyle bir istifadeye kalkışmak çok tehlikeli olur.”
Doğu ile Batı Farkı
Batı duygu ve düşünce tarzı ile doğu duygu ve düşünce tarzı arasında büyük farkın doğuracağı tehlike uyarısı, bundan tam 92 yıl önce gerçekleşmişti. Tehlike uyarısında bulunan adam, tüm gerçek değerler gibi onu da tanımaktan uzak bırakıldığımız Said Halim Paşa.
Sonradan kimi düşmanlarının söylediği gibi, dünyadan habersiz bir Osmanlı efendisinin basit bir savunma mekanizması sayılabilir mi bu sözler? Bırakalım başka şeyleri, yalnızca Mukallitliklerimiz adıyla çıkan ve alıntıları yapacağım bu risalenin kaleme alınma dili bile bu kof iddiayı yalanlamaya yeter.
Sonraları Buhranlarımız adıyla kitaplaştırılan 7 risaleden oluşan bu yazıların tümü de Fransızca kaleme alınmış.
Dönemin çoğu aydın ve yarı aydını gibi yalnızca Fransızca bilmekten ibaret olabilir mi Batı tanımışlığı. Hem bu sorunun karşılığını hem de Said Halim Paşa’nın kişiliğinin ipuçlarını yakalayabilmek için, Batıcı ve azılı laik rakibi Hüseyin Cahit Yalçın’ın Malta Hatıraları’na göz atalım:
“Ali Fethi Bey ile İsmail Canbolat Bey, kışlanın bahçesinde tenis oynuyorlardı. Said Halim Paşa, yanında Eşref Bey, oyunu seyrediyordu. Canbolat bir hata yaptı ve yanlışını kabul etmek istemedi. Hakeme rağmen görüşünde ısrar etmesi üzerine Said Halim Paşa:
– Canbolat Bey oğlum, zannediyorum ki teniste usûl, Ali Fethi Bey oğlumuzun iddiası gibidir.
Dedi. Canbolat’ın yine ısrar etmesi üzerine, yerinden kalktı, Ali Fethi Bey’in elinden raketi aldı ve üç set, İsmail Canbolat’a bir tek sayı vermeden onu yendi. Herkes hayret içinde idi. Yerine geçerken şöyle dedi:
– Aradan çok zaman geçti ama tenisi henüz tamamen unutmamışım.
Zavallı İsmail Canbolat kıpkırmızı olmuştu. Nazik ve çok mahviyetkâr (kendini hiçe sayan) Said Halim Paşa, hak etmiş olduğu dersi verdikten sonra onu salonuna yemeğe davet etti.”
Bu dikkat uyarısından sonra devam edelim:
“Memleketimizin siyasi, içtimai şartlarının farklı olması sebebiyle, aslında ne kadar doğru olursa olsun, Garb milletlerinin siyasi ve içtimai tecrübelerinden istifade etmeye kalkmak bizim için tehlike olacaktır.” İşte bu cümledeki “aslında ne kadar doğru olursa olsun” kaydı hâlâ anlaşılmadığı için bugün AB kapılarında dolaşmaktan geri durmuyoruz.
Muhafaza ve Islah
Şimdi biraz da, arada onca yıllık bir geçmiş olmamasına karşın, Said Halim Paşa’yı görmezden gelenler için söylenmiş gibi duran şu güzelim tespitlere bakalım. Bu bir-iki cümlede Cumhuriyet’in bütün ruhunu görebilirsiniz:
“Osmanlı cemiyetini garplılaştırmak heves ve arzusu ile cemiyetçilerimizden bir kısmı nihilist [devrimci] olmuşlardır. Herhangi bir şey vücuda getirmekten aciz, hatta her çeşit muhafazakârlık hissinden mahrum ve her şeyi yıkmaya hazır, yıkıcı, tahripçi kimseler haline gelmişlerdir. Çünkü ıslah hissi, muhafaza hissi ile ikizdir. Bir milletin örf, adet ve geleneklerini bir günde değiştirmeye kalkışmak, bu örf ve adetlerin gelişmesine ve geleneklerin teşekkül edip yerleşmesine hükmeden içtimai temel kanunları bilmemeye bir delildir. Bunu artık öğrenmeliyiz.”
Sizce, bunu artık öğrenememenin acısını olsun hissetmeyi öğrenebilmiş gibi görünüyor muyuz?
Akif gibi birkaç istisna dışında yaşıtları da görmezden gelir Said Halim Paşa’nın söylediklerini. Hâlbuki konumu da, birikimi de, bu birikimi ifade ederken tutturduğu düzey de tersini gerektirmekte.
Kısa bir göz atalım Said Halim Paşa’ya.
Said Halim Paşa 1863 yılında Kahire’de doğar. Dedesi, eski Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, babası ise Vezir Halim Paşa. Özel hocalardan öğrendiği Doğu ve Batı dillerinin en önemlileri olan Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce sonrasında İsviçre’ye gider. Üniversite eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’a gelir. Şura-yı Devlet üyeliği sırasında birçok nişan kazandıktan sonra Rumeli Beylerbeyi olur. Ne ki yalısında zararlı evrak bulundurduğu gerekçesiyle göz hapsine alınır. Bu durumdan rahatsız olduğu için o da Mısır’a geçer, oradan da Avrupa’ya. Oradaki meşrutiyet taraftarlarına kafası ve kesesiyle yardımda bulunur. Yardımları karşılık bulup da Meşrutiyet ilân edilince İstanbul’a döndüğünde Şura-yı Devlet üyeliğinden çıkarılır. 1909’da Ayan Meclisi üyesi seçilir. Üç yıl sonra, bu kez Şura-yı Devlet başkanı seçilir. 1912’deki Trablusgarp Savaşı sırasında İtalya hükümetiyle barış görüşmeleri için gizlice Lozan’a gönderilir. Kendisini Lozan’a gönderen Sadrazam Said Paşa’nın istifası üzerine o da Şura-yı Devlet başkanlığından istifa ettikten sonra İttihat ve Terakki’nin genel yazmanı seçilir.
Yine Şura-yı Devlet başkanlığı, ardından Dışişleri Bakanlığı… Mahmut Şevket Paşa’nın suikastı sonrasında da sadrazam olur. Balkan Savaşı’ndaki yenilgimize karşın, Edirne’yi Bulgarlar’dan almayı başarır. Bu bunalımlı günler sırasındaki başarılarından dolayı Sultan Beşinci Mehmet Reşat tarafından kendisine murassa imtiyaz nişanı verilir.
Tam bu sırada patlayan Birinci Dünya Savaşı’nda Said Halim Paşa tarafsız kalmak niyetindedir ama Enver Paşa’nın Almanlar’ın yanında savaşa girmek için yaptıkları ve sonuçta ünlü iki Alman gemisinin Boğazlar’dan geçerek Rus limanlarını bombalaması üzerine savaşa itilmiş olmamıza içerleyerek istifa eder. Bütün vekillerin ve padişahın ısrarı üzerine görevine döner ama bütün kararların alınması sırasında kukla durumuna düşürülür. Buna karşın savaş sonrasında Yüce Divan’da yargılanmak istenir ve Bekirağa Bölüğü’ne kapatılır. 28 Mayıs 1919’da da Malta’ya sürülür.
Celâl Bayar’a Göre Paşa
İki yıllık sürgünlüğü süresince yeni kurulan, o zamanki adıyla Cemiyet-i Akvam’ın, yani Birleşmiş Milletler’in eksikliklerini, Osmanlı Devleti’nin durumunu ve gittikçe büyüyen Rus tehlikesini, Amerikan, İngiliz ve Fransız yöneticilerine gönderdiği mektuplarla anlatır.
1921’de tahliye edilmesi üzerine Sicilya’ya geçer. İstanbul’a dönmek ister ama isteği kabul edilmediği için Roma’ya gider. 6 Aralık 1921’de bir Ermeni komitacı tarafından, evinin önünde şehit edilir.
Doğu ve Batı müziklerinden gayet iyi anlar; ud çalar. Son derece güzel ve düzgün konuşan, konuşurken dinleyenleri etkileyen, sözü özü bir bir adam.
Celâl Bayar, Ben de Yazdım’ında Said Halim Paşa’yı şöyle anlatır: “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlılıktan başlayarak geçirdiği ideoloji istihalesinden -sırası geldikçe- bahsetmiştim. Said Halim Paşa’nın bu konuda sonuna kadar sadık kaldığı inancını, şu birkaç kelimeden ibaret sözü anlatmaya yeter sanırım: Müslümanın vatanı, şeriatın hâkim olduğu yerdir… O, böyle bir düşüncede, İslâmcı ve ümmetçi bir siyaset adamıydı.”
Şimdi de İsmail Kara Beyefendi’ye kulak verelim: “Muhafazakâr olarak geçinen kişilere bakıldığı zaman, bunların muhafazakârlık vasfını fikirlerinden dolayı değil de yaşayışlarından, davranışlarından, büyük ölçüde de Cumhuriyet idaresine karşı aldıkları tavırlardan kazandıkları söylenebilir. Benim görebildiğim kadarıyla bu genel hükmün fikir planında tek istisnası, varsa o da Said Halim Paşa olmalıdır. Yalnızca o meşrutiyetin, kanun-ı esasinin… İslâm’a ve Osmanlı Devleti’ne yabancı olduğunu, hiçbir fayda temin edemeyeceğini; Osmanlılarda, İslâm toplumlarında sınıf olmadığı için demokrasi, meclis, senato gibi müesseselerin bütünüyle oturamayacağını; feminist hareketin karşısına İslâm’da kadın haklarını koymanın abes olduğunu; hürriyet, eşitlik gibi herkesin bel bağladığı terimlerin İslâm’daki mânalarının ayrı olduğunu söylemiştir.”
Muasır Medeniyet Seviyesi
Bütün Osmanlı aydınının gözündeki nazenindi muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak; en azından, tıpkı eskisi gibi o medeniyetin mensuplarına yalnızca savaş alanında değil her alanda galip gelmek. Bunun için ne değişikliklere gidilmedi ki! Peki bu değişikliklerin tümünün de ‘tutmamasının’ nedeni neydi? Said Halim Paşa’da bunun da cevabı var:
“Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, acaip bir düşünce ve gaflettir. Çünkü gerileme ve çöküşler de ancak örf ve adetlerin değişmesi ile olur. Bunun idrak etmenin zamanı da artık gelmiştir. Adetlerin değişmesinin bir terakki eseri olması, bu değişikliğin, muayyen şartlar altında cereyan etmesine yani manevi ve fikri hâllerin güzel bir neticesi olmasına bağlıdır. Adetlerin yenileşmesi, fikirlerin yenileşmesinden evvel değil, sonra olmalıdır.”
Said Halim Paşa’nın, ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşmadan önce yapılması gerektiğini söylediği işlere, özellikle de adet ve fikirlerin yenilenmesindeki öncelik-sonralık sıralamasına kayıtsız kalmayı sürdürecek miyiz acaba?