Yıllardır
Srebrenitsa Katliâmı’nı inkâr eden, hatta
“Orada Müslümanlar birbirlerini öldürdü” diyecek kadar müptezelleşen,
Miloseviç hayranlığını bir madalya gibi göğsünde övünçle taşıyan ve kısmen bastırılmış
İslâm düşmanlığıyla maruf,
Peter Handke adlı ortalama bir yazara bu seneki Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesi, dünyanın her tarafından kalp sahibi birçok insanı incitti. Bu incinenlerin arasında daha önce Nobel Gazetecilik Ödülü’nü almış ve 1988’de aldığı ödülü bu gelişme sonrasında iade etmiş Christina Doctare gibi isimler de var.
SORMAK HAKKIMIZ: NİÇİN PETER HANDKE?
Aslında bu isim bir yönüyle pek şaşırtmıyor. Çünkü zaten Nobel Edebiyat Ödülü’nün vazgeçilmez şartı, vasatlık. Demek ki ödülün gizli saiki soykırım inkârı. Peki, Bosnalı Müslümanlara yapılmış soykırımı inkâr etmek de ne demek? İslâm coğrafyasında yeni soykırımlara zihinlerde ufak ufak zemin hazırlamak mı? Bu soruyu sormak da hakkımız.
Hatırlayalım, Orhan Pamuk Ermeni soykırımı iddiasını hararetle savunduğu ve dünyanın gündemine başarıyla taşıdığı için o ödüle lâyık görülmüştü. Yazarlık kudretinden değil. Gerçi hakkını yememek lâzım, her hâlükârda Handke, Orhan Pamuk’tan daha mahir bir yazar. Orhan Pamuk’a, mensubiyetini aşağılayarak dünyanın nezdinde Türkler’i hedef tahtasına koymak düşmüştü; Handke’nin vazifesi daha büyük. Belli ki onunla bir adım daha ileri gidilerek İslâm düşmanlığını dünyanın gözünde meşrulaştırmak, en azından konuşulabilir bir yere taşımak hedeflenmiş.
AL ÖDÜLÜNÜ, VER RUHUNU
Moderniteyle birlikte başta edebiyat ve sanat olmak kaydıyla bütün kültür tarihi, bir şekilde sun’i takdir ve ödül mekanizmasıyla göbeğinden irtibatlandırıldı. Yarışmalar, festivaller, ödüller, şu sergiye seçilmeler, seçilememeler… Dolayısıyla kimin meşhur, kimin meçhul sayılacağını, bize anlatıldığı gibi müşteriler veya sanat eseri muhatapları yahut koleksiyonerler değil, bu takdir ve ödül mekanizmasını elinde bulunduranlar belirlemekte. Hatta aslında yetenekli ama kullanışlılık arzetmeyen kişiler, bir yolunu bulup kenara itilmekte. Aslında kendi açılarından haklılar: Ne vakit ne yapacağı bilinmez birine kamu önünde söz söyleme imkânı tanındığında kendilerine zarar verebilecek ne çeşit çamlar devireceğinden nasıl emin olabilirler ki?
O yüzden artık hakiki güç bilgi değil, ödül! Yani kimin neyi bildiğini tayin etme hakkı…
HER ÖDÜLÜN GİZLİ BİR SAHİBİ VAR
Çağdaş zamanlarda takdir ve onun mekanizması ödül müessesesi, insanın bu en vahim zaaflarından birini teskin değil, bunun zıddına tahrik etmek üzerine kurulu. Zamanımızda ödül mekanizması boyundurukların en kavisi. Üstelik bu boyunduruk, küreselleşme kavramı öne sürülmeden de çoktan küreselleşmişti. Örneğin Nobel, insan zihninin ürettiği ne kadar fakülte varsa neredeyse tamamını kuşatacak bir yelpazede bütün maharetli insanları kendisiyle bir şekilde irtibatlandırabilmekte.
Açıkçası Nobel almak, hatta bu ödülü almaya niyetlenmek demek, ciddi bedeller ödemeye hazırlanmak demek. Veya kısaca, senden ne bekliyorlarsa onu seslendirmek… Yahut gerekiyorsa sus-pus oturmak.
Bugün dünyanın her yerinde ödül mekanizmaları sahipli. Ödülün tanınırlığı ve bilinirliği arttıkça bu sahiplenme tavrı da perçinlenmekte. Bir yerlerden ödül almak demek, bir yerlere görünmeyen ağlarla bağlanmak demek. Siz isterseniz buradaki ağ tabirini rahatlıkla prangayla değiştirebilirsiniz.
Bir de Handke gibi gönüllü köleler var elbette. Zaten düşündüğünü açıkça söyleyerek ödüle kavuşma imkânına erenler.
Şimdi sormanın vakti: Bir gâvur, gâvurluk edince biz niye böyle şaşırıyoruz ki!