Uzaklar, kitaplar ve ev

shutterstock_230710708

Üniversitede öğrenciyken ara sıra köye gider, evimize sığınırdım. Anamın babamın evinde olmak, kendime ait dünyanın bütün yükümlülüklerinden kurtulma huzurunu yaşatırdı. Her ne kadar uzaklara gitmekten hoşlansam da eve dönmekten vazgeçemedim. Uzaklara gitmekten korktuğumu söyleyemem ama bir evimin olması bana güven veriyordu. Galiba bu güven duygusu bir yere ait olma ihtiyacına karşılık geliyordu.

Bir yere ait olma ihtiyacı kitaplar için de geçerlidir. Birçok yeni kitapla tanışmak ve o kitapların dünyasına dalmak uzaklara gitmek gibi keyifli, heyecan vericiydi. Fakat dönüp tekrar Ahmet Mithat, Tanpınar, Cemil Meriç, Peyami Safa, İdris Küçükömer, Edward Said, Ali Şeriati, Akif, Sabir ve tabiî İsmet Özel okumak insanda evde olmak hissini uyandırıyordu. Aynı avlunun, köyün çocuklarıyla karşılaşmak insanı ne kadar mutlu ederse saymış olduğum yazarların kitaplarına tekrar tekrar yönelmek de benzer bir aidiyet sevinci uyandırıyordu.

Keşfetmek, arayıp bulmak ve uzaklara yelken açmak ile “evde olmak” arasındaki gerilimi okuyarak kendini bulmaya çalışan kişiler yaşamıştır. Bu durumun doğal neticesi müthiş bir açlıkla okumak ve bulduğunu paylaşmaktır. İzmir’de öğrenci evlerinde saatler süren hararetli tartışmalarla zihnî sınırları zorlayan ve çerçeveleri kıran bir ortam oluşuyordu. Bu paylaşımlar çıktığımız yolda yalnız olmadığımız duygusunu yaşatıyordu bizlere.

Aynı dönemde bizimle birlikte üniversite sıralarında Anadolu’nun farklı köşelerinden gelen öğrencilerden bazıları sadece belirli kitaplarla ve bölüm dersleriyle belirlenmiş bir hedefe ulaşmaya çalışıyorlardı. Hatta bunların arasında sosyal bilimlerin faklı bölümlerinde okuyan öğrenciler dahi bu şekilde bir okuma sürecinin içindeydi. Bu arkadaşlarımızda bir arayışın izlerini görmek mümkün değildi. Onların yüzünde “hakikati bulmuş insanlar”ın rahatlığı vardı ve bizim “acınası hâllerimize” üzülüyorlardı. Çoğu zaman seçtiğimiz kitaplar dolayısıyla muaheze edildiğimiz bile olurdu.

Bugünden geriye baktığımda o zamanlarda tam olarak arafta olmayı seçtiğimiz konusunda şüphem kalmadı. Bir bakıma yerimiz ve yurdumuz belli değildi. Edward Said’in Yersiz ve Yurtsuz’u bizim için yazılmış gibi. Aynı dönemin havasını birlikte soluduğumuz arkadaşlarımızla aramızdaki belirgin farklılık bizim belirlenmiş hedeflere sahip olamayışımızdı. Bir kesinlik yoktu hayatımızda, tam olarak ne yapacağımızı bilmiyorduk ama okumaktan ve kendimize bir yön aramaktan vaz geçmedik. Bu durum bizleri sınırlı ölçüde anarşist bir tutuma sürüklese de bu, devletin varlığına karşı bir tavır değildi. İçinde bulunduğumuz durum hakikaten kimsenin adamı olmamak anlamına geliyordu. Çoğu zaman sosyal ve siyasî olaylar karşısında aktif bir tavır takınsak da toplumcu olamadık. Sırf bu sebeple çoğu arkadaşımız yalnız kaldı, hayata tutunma konusunda ciddî zorluklar yaşadı. Toplumla barışmak gibi bir kaygı olmasa da ona düşman kesilen de olmadı.

Her zaman çekip gitmeye ayarlı bir tarafımızın olması sosyal ve siyasî olaylar karşısında tavır almamızı engellememiş, bilakis o olayların tam merkezinde yer almıştık. Bu bir çelişki gibi görünse de güçlü bir şahsiyete sahip olma arzusu ile yakından alakalı idi. Bu durumu herhangi bir sivil toplum örgütü ile bağımızın olmamasıyla açıklamak mümkündür. Bu yönde bir eğilimin şekillenmesinde dönemin fikir adamlarının etkisi büyüktü. Onların arasında “bir mabedin vaizi” yoktu. Örneğin Ali Şeriati, bizi rahatsız etmeye geldiğini söylüyordu.

Yukarıda saydığım yazarları bir kampın adamı olarak göstermek mümkün değildir. Ne yazık ki bu bir dönemdi ve 90’ların ortasında sona erdi. Yeni dönemin temel niteliği her bir grubun kendi meşrebine uygun okuma sürecini bağlılarına dayatmış olmasıdır. Nitekim bu dayatmanın neticesi olarak çok okunan yazarlar olmuş fakat onların eserleri toplumun farklı kesimleri açısından bir anlam ifade etmemiştir. Çünkü bu eserlerin çoğunda bir arayışın sonucu paylaşılmamış, tam aksine “hakikati bulmuş insanların” rahatlığı yaygınlaştırılmıştır. Böylelikle her bir grup kendi kozasını ördü. Doğal olarak bu durum Tanzimat’tan bu tarafa yaşadığımız kopuş örnekleri arasında yerini aldı.

Bazen bizim dönemle ilgili değerlendirmelerde bulunanlar uçları işaret etse de birçok kimse için bunun doğru olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Uzlaşmaz bir kişiliğe sahip olduğumuz hususunda uzlaşabilirim. Fakat bu uzlaşmazlık uçlarda olduğumuz anlamına gelmez. O günlerin genel eğilimlerini kabul etmemek bakımından uçlarda olduğumuz doğrudur fakat bu durum sekter bir anlayışın esaretine düşmemiz için yeterli değildi.

Arafta olmayı övülecek bir durum gibi sunduğumuz zannedilmesin. Üstelik arafta olmak tarafsız kalmayı tercih etmek değildir. Cemil Meriç’in ifadesi ile aradığımız şey “gaflet” ve “kopuş”tan kaçıştı. Bunun tek çaresi arayışı sürdürmekti. Kimse bize “Sen bizden değilsin!” diyemezdi. Tanımak ve bilmek istiyorduk. Fakat bu istek bizi kaçınılmaz olarak herhangi bir kampa bağlanmaktan alıkoyuyordu. Sözü edilen durum herhangi bir kampa ait olmamak bakımından arafta olmaktır.

Zamanımızın en belirgin vasfı birçok kimsenin bir grubun insanı olmasıdır. Doğal olarak bu kimseler bir grup adına konuşmaktadır. Çarpıcı olan durum, her bir kimsenin diğerini yanlışta görmesidir. Bu tavır bir özgüvenin dışavurumudur ve fanusun içine hapsolmuş insanların yanılsamasından beslenir. Hâlbuki düşünce paylaşarak zenginleşir. Paylaşmak ise her türlü keskinliği baştan bir kenara bırakmakla mümkündür. Yani hakikati bulmuş insanların rahatlığından kurtulmak gerekir.

Bir yere ait olma isteği sahici bir endişeden doğar. Fakat uzaklara gitmek, arayış içinde olmak da bütün bu endişelerin ötesinde insanî bir var oluş biçimidir.