Üsküp’te dört Türk

Üsküp ince bir şehir. Belki de geniş bir memleket. Rumeli’nin tamamı kadar geniş, her şehri içinde taşıyacak kadar güçlü. Bilmiyorum neden ama bu şehir bana çok kere ağırlığını yükler gibi hissederim. Her defasında farklı bir yüzünü gösterir bana. Bazen çok yakınım gibi bazen de yabancı gibi. Bazı olayları artık sorgulamıyorum, hiç bir neden aramıyorum. Kabullendim, iyi ki yazabiliyorum diyorum.

Tam 70 yıl önce, 27 Şubat 1948 yılında dört Türk idam edilmişti Makedonya’da.

Yücelciler konusunda iki kez yazmıştım aslında, ilki kısa bir tanıtım gibiydi, ikincisi mezarlıkları bile yok diyeydi. Her defasında farklı bir hikâye gibi görünecek. Bu şehrin gece karanlığı ve o karanlıkta sokaklarda duyulan ayak sesleri nedense korku verirdi hep bana. Yücelciler ile ilgili bazı yazılanları okuduğumda, onların mahkemelerinden olan görüntülerini izlediğimde, midem bulanmış kusacak gibi olmuştum. Bu şehrin karanlık yüzünü hatırlamıştım. Bu şehrin bana rahatsızlık veren bir yüzü var hep, ikiyüzlü, soğuk, sırtından bıçaklayan, yüzüne gülen, kuyunu kazan bir yönü var.

Mehmed Ardıcı’nın kitabı, belli ki kaybolmasın diye daha özenerek saklamıştım ki hiç ummadığım bir zamanda çıktı karşıma. Mehmed Şerif Dalip Ardıcı’nın hayat hikâyesini okuduğumda hayat insanı nereden nereye sürüklüyor diye düşünmeden edemedim. Konya’dan Rumeli’ye yerleşmiş Türkmen bir ailedenmiş. Büyükbabası Balkan Harbi sırasında Bursa’ya yerleşir. Bursa’da babası Şerif doğar, Çanakkale savaşında ise Şerif Bey ve iki amcası şehit olur. 2 Ekim 1926 yılında Üsküp’teki teyzesinin daveti üzerine Makedonya’ya gelir. Üsküp’e geldiğinde pasaport muamelesindeki bir yanlışlık sonucu Türk vatandaşlık hakkını kaybeder. Üsküp Sanat Mektebini bitirir. Askerlikten sonra da bir berber dükkânı açar. 1940 ile 47 yılları arasında faaliyet gösteren Yücel Teşkilatı’nın kurucusu ve yöneticileri arasında yer alır. Yücel Teşkilatı üyeleri 1947 yılında yakalanarak dördü idam edilir ve bazıları da ağır hapis cezasına çarptırılır. Söğütlü, İdrisova ve Sremska Mitroviça olmak üzere 8 yıllık hapis hayatından sonra gelen af sonucu serbest bırakılır. 1955 yılında ise yeniden kabul edilen vatandaşlık sonucu Bursa’ya yerleşir ve orada “Yücel” isminde bir berber dükkânı açar. 1987 yılına kadar “anılarını” yazar ve Bursa’da vefat eder.

Eğer Mehmed Ardıcı anılarını yazmasaydı bugün elimizde Yücelciler ile ilgili, o dönemin psikolojisini yansıtan başka bir şey olamazdı. Ben de bu yazıda bu anıların hepsini aktaramam ama o döneme ayna olması için birkaç bölüm paylaşacağım. Sunuş yerineyse yazar şunları söyler: “Üzüntülerim, ara sıra sevinçlerim, tümüyle hatırımda olanlar… Kısaca, benim hayatım.” Yücelcilerin idamı ile ilgili en çok sorulan soru, Tito’nun Yugoslavya’sında böyle bir şeyin nasıl yapılabildiğiydi. Yazar, dönemin rejimi ve eşitliği için şunları der: “Eşitliğin, kardeşliğin, hürriyetin bol keseden vaat edildiği bir çağdayız. İdeolojilerinin öğrettiği insanlığın erişeceği en üst yaşama seviyesi bu idi. Fakat ellerinde kırbaç, kendi doğrularında koşturdular bizleri. Tabii bu, ideoloji adına yapılıyordu.”

İsmet İnönü ile ilgili kısma bakıyorum. Kimseden yardım talep edemeyen teşkilat üyeleri son çareyi Ankara’da arar. Ankara’ya giden heyet ne yazık ki kötü haberlerle dönmüş. Yazar hayretlerini gizleyemez. “Bırakın yardım elini uzatmasını bu söyledikleri ile varlığımızı bile görmezden geliyor adeta inkâr ediyordu. Tek başına bırakılıvermiştik. Yapayalnızdık…”

Mehmed Ardıcı, Yücelciler ile ilgili kuruluşundan sonuna kadar bazı bilgileri bilen biridir. Hapishane yıllarında birçok sorguda, basit bir berber olmasına rağmen nasıl bu kadar okumuş insanla bir kuruluşta yer almış diye hakaretler duyar. Şuayip Aziz Yücel, teşkilatının başındadır; onun gibi Nazmi Ömer, Ali Abdurrahman ve Âdem Ali de idam edilir. İdamlarına en güçlü sebep ise Türkiye Büyükelçisi Emin Vefa Gerçek’ten aldıkları talimat üzere güya teşkilatı kurmuşlar. Mahkemede savcı, iddianameyi tam yedi saatte okumuş.

Mehmed Ardıcı, kitabında mahkeme reisi ve üyelerinden de bahseder. Mahkemede savcı yardımcısı Blagoye Popovski, Ardıcı’nın işlediği suçları anlatır: “…Bir tek suçu bile ölüme götürmeye yeter. Rejim düşmanıdır. Tıpkı ötekiler gibi, Osmanlılık zihniyetine sahiptir.  Rejimi yıkıp kendi devletlerini kurma teşebbüslerine girişmişlerdir. Kendisinin Türk vatandaşı olması da Ankara’nın emrinde biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Anadolu Ajansı’nın borazancısıdır… Sık sık Üsküp Türk Konsolosluğu’na girip çıkması bütün talimatları Türkiye’den almış olduğuna ayrı bir delil teşkil eder. Tekrar iddia ediyor ve diyorum ki Türkiye’nin içimize sokmaya çalıştığı bir ajanı durumundadır…”

Kitabın içindekileri okurken insanın kanı donuyor, yaşadığım Üsküp’e bakıp sonra yine kitabın sayfalarını çeviriyorum. Mahkeme bittiğinde Söğütlü Cezaevine götürüyorlar. Yugoslavya sınırları içindeki bu Söğütlü nerede diye düşünüyorum. Yugoslavya rejimi idamdan sonra en büyük tepkiyi Türkiye’den beklemiş, hatta tepki gelirse diye, mitingler düzenlemişler, yoldan Türkleri çevirip tehditler savurmuşlar. Ateşli konuşmalar yaparak “hepsinin de aslında idam edilmesi gerektiğini çünkü Yugoslavya menfaatlerinin bunu icap ettirdiğini” bağıra bağıra söyletmişler.

Mehmed Ardıcı, hem Yücel Teşkilatı kurucularından hem de birçok üyesinden tek tek bahseder. Çalıştıkları yerler, aileleri, eşleri hakkında bilgiler de verir. Hapis yıllarından sonra da Türkiye’ye göç edenlerin orada hangi şehre yerleştikleri ne gibi iş yaptıklarını da yazar. Yazar hapishane yıllarını anlatırken orada tanıştıkları ile arasında geçen muhabbetleri de aktarır. İnsan kitabı okurken roman okuyormuş hissine kapılsa da bütün bunların hepsi gerçek olduğunu sezdiği vakit de içini bir ufunet kaplıyor. Hatta idam edilenlerden hukukçu Nazmi Ömer’in, eşi Hacer Hanım tesettürlü olduğundan bazı meslektaşları ile aralarında sert tenkitlere maruz kaldığı da geçiyor. Eşinin başını açmasını ve eğlencelere katılarak dans etmesi için tehditlerle karşılaşan Nazmi Ömer hiçbir zaman bu gibi tehditlere boyun eğmedi diyor.

Özellikle 27 Şubat gününe bakıyorum kitapta, dört kişinin idam edildiği gece. Hapishanede bütün gece Kur’an okuyup dua etmişler, geride kalanlar tekbirler getirerek uğurlamış. Sabah erkenden bir teğmen gelmiş, “O dört haini Lepensa Deresine sulanmaya götürdüler” demiş kahkaha atarak. Krayina ismindeki gardiyan gelince de “Arkadaşlarınıza ne oldu dersiniz beyler?” diye sormuş. Devamında eklemiş “Sağ bıraktığımız müddetçe hep böyle susmanız lazım. Yoksa boyunuz bir karış eksilir, iyi duyun.”

Düşünüyorum da uzun yıllar süren bu suskunluk, bu sessizlik bu yüzden miydi yoksa? Yalnızlık ve çaresizlik, uzaklık, buradaki her baskıya boyun eğişimiz. Rumeli bu muydu yoksa birkaç hüzünlü hikâyesi olan ama hareketli söylenen türküleri gibi miydi? İçindeki acıyı gizlemek için mi yüzüne tebessüm kondurur buradakiler?

Gardiyanlar dipçiklerle kapılara vuruyor ve küfür ediyorlarmış. O da kâr etmeyince içeri giriyorlar. Ardıcı o anı şöyle anlatıyor: “Tamam diyorum, dipçik ve süngü geliyor. Kol kola giriyoruz oturduğumuz yerden gırtlağımız patlarcasına Rahman Suresini okuyoruz. Hayret şu ana kadar vuran olmadı henüz. Gözlerimi açtığımda hepsinin bize baktığını görüyorum.” 15 Mart’ta hepsini bir emirle İdrisova hapishanesine götürürken Ardıcı’nın yanına bir gardiyan yanaşıyor. Dikkatli olmalarını söylüyor, aslında Rum olan gardiyan Türkçe konuşuyor ve ilave ediyor: “Çocukluğum sizlerin arasında geçti, Trabzon’da doğdum. Mısır ekmeği hâlâ kursağımda. Koparıldık o yerlerden Mehmed, koparıldık sizlerden. Bir Remziye anne vardı, komşumuz, tüm çocukları toplardı bize Kur’an okurdu, hani o topluca Kur’an okumanız vardı ya, toplu isyandan sizi ipe götürebilirdi, ama kapıdan dinledim, mahalleme çocukluğuma gittim, Remziye anaya bir yerlere gittim, dilim varmadı, “susturun” emri veremedim. Bakma öyle be Mehmed… Git haydi… Ekmek hakkı için, tuz hakkı için çık dışarı…”