“Ümidim Yılların Seline Düştü”

Bir ferahlıktır umut.
Bir ihtimalin, mümkün veya hamhayal bir ihtimalin doğurduğu, insanı şöyle bir yalayıp geçen, daha doğrusu, yalayıp geçmesi beklenen bir varsayım.
Aşığın beklentisi, müflisin temennisi ve miskinin tesellisi…
Farketmişsinizdir, insanın umudunun en yüksek seyrettiği dönem gençliği… Çocuklukta umutsuzluk ise insanı ancak istisnai ânlarda ziyaret etmesi beklenen muvakkat bir hâl. Çünkü çocuğun asliyeti, sorumluluklarından azadeliği gereği oyunla haşır-neşirliğin getirdiği haz. Ve bu haz üzerinden, farketmeden geleceğin çetinliğine hazırlanma. Çocuk hareket ettikçe, hoplayıp zıpladıkça ve elbette keşfettikçe bir yandan geleceğin o belirsiz günlerine hazırlanmanın hazzını yaşar; öbür yandan da gelecek için umut devşirir.
Ne ki biz yetişkinler umutsuzluğu kayıtsızlık üzerinden halının altına süpürmeyi öğretiyoruz gençlerimize, büyük bir marifetmiş gibi; kayıtsızlığı ise mutluluk.
Öte yandan, nedense umudun karşı tarafına her daim umutsuzluğu dikmeyi aklederiz ilkin. Hâlbuki umudun zıddı korkudur. Umut, şimdiden başlayıp geleceğe doğru sarkan bir güven hâli iken korku, her daim şimdiyi de kuşatan bir karanlık geçmiş demek. Belirsiz, ışıksız, sebepsiz bir sonuç.
Umut içeriden gelen bir histir ve kaynağı, vakti zamanında bize üflenenden emareler barındırır. Korku ise dış mihraklıdır ve gurbetin belirli ve belirsiz tehlikelerinin nefesini taşır. İnsanın dünya hayatı serapa gurbette geçer; kişi bu durumu farketse de, farketmese de.
Her türlü korku sebebi dışarıdan gelir. Herkese göre içerisi emindir. O yüzden de dışarıdaki belâlarla başedemediğinde kişi, kimileyin içine kapanmayı tercih eder. Dışarıda bıraktığı bizler de o kimseye, birikimimize ve dönemin ruhuna göre kimi sıfatlar yakıştırırız: şizofren, paranoyak, borderline, şizotipal veya daha masum kılıklısı antisosyal. Yahut da sadece deli.
Kimileyin de veli. Malûm, o sırlı yolun yolcuları, başka umutlara yelken açma gayesiyle kimileyin içine kapanmayı yolun âdeti kılmakta. Demek ki deli ile veli arasındaki fark, tercih ile mecburiyet farkında gizli.
Aslına bakarsanız, umut da, umutsuzluk da realiteden, olgulardan ve gelişmelerden değil; kabullerden, vehimlerden ve varsayımlardan beslenir. O yüzden de tıpatıp aynı durumdaki iki kişiden birinin, şartlar tam da böyle gelişti diye içinde bülbüller şakır, öbür kişi ise Grönland soğuğunda donayazar.
İyi ama herşey tıpatıp aynı iken niçin insanlardan biri ışığı görebiliyorken öbürü karanlıklara gömülmekte? Niçin birinin kokladığı baharı, öbürü karakış yaşamakta?
İlginçtir, yalnızca tıpkısının aynısı şartlarda birbirinden farklı iki kişiden biri ümide yelken açarken öbürünün karanlıklara kanat çırpması durumunun aynısı, kişinin aynı şartlarla farklı dönemlerde karşılaştığında da aynen geçerli hâle gelebilmekte. Demek ki umut, şartlarla bağlantılı ama onlardan bağımsız bir his.
Umut etmek, kimileyin şimdiyi paranteze alabilmekle mümkün.
Acaba umut etmek, ilk ânda sandığımız gibi gelecek tasavvurumuzla ilgili değil de, geçmiş kabulümüzle mi ilgili? Üzerinde düşünmeye değmez mi?
Evet, insanoğlu yalnızca geleceğini değil, geçmişi de inşa eder. Ve hatta yalnızca kendi geçmişini değil, içinde yaşadığı toplumun geçmişini de. Çünkü geçmiş, artık geçip gittiği için her ne ise o değil, onu o yapan malzeme yığınının arasından dilediklerimizi seçip istediğimiz binayı örebileceğimiz bir esneklikler birikintisi hâlini almıştır. Bu da edindiğimiz düşünme alışkanlıklarının zıddına, biz o birikintiden anlamlı birikimleri, amaçladığımız tasarımlarla dilediğimizce kurgulayabileceğimiz anlamına gelmekte. Üstelik bu kurgumuzun, geçmişin çıplak gerçekliğiyle ne kadar ve nasıl örtüştüğünü denetleyen de biziz.
Demek ki geçmiş, yaşanmışlıkların toplamı değil, yaşananların arasından seçip ayıkladıklarımızla teşekkül ettirdiğimiz bir örgü. İşte bu örgü, yalnızca gelecek beklentilerimizi değil, aynı zamanda şimdinin ve sonrasının umutla yahut korkuyla alacalanmasının da belirleyicisi.
Doğrusu bu ya, umudu her daim hayırla irtibatlandırmak ne kadar doğru? Kasdım saydıklarımla sınırlı değil elbette ama yine de umut ile miskinlik, umut ile sorumluluk duygusundan kurtulmak, umut ile hakiki sorumlu durumundaki kendini değil, (aralarında tanrının da bulunduğu) başkalarını itham etme fırsatı arasında kurulu bağı görmek çok mu zor? Umut etmek, birçok yerde insanca sorumluluklardan sıyrılmanın son derece makul ve işlevli bir seçeneği hâline getirilemez mi?
O yüzden umut, ancak korkuyla sınandığında bir anlam ve önem kazanabilmekte.
İşte o yüzden de kimi durumlarda umut etmeyi umutsuzluk kadar tehlikeli saymak gerekmez mi? Makbul hasta ziyareti kabilinden kısa süreliğine olanları kastetmeden söylüyorum tabii. Düşünsenize, bütün insani vasıfları ve kendisine bahşedilen bu vasıfların gereği özgürlüğü elinden alınan çağdaş insan, yine de bu kuşatılmışlığını hissetmemek için bütün kudretini belirsizliğinden devşiren umuda sığınmıyor mu? Aslında sadece gerçekle irtibatı koparılmadığında anlamlı sayabileceğimiz umut, sözü edilen bu durumda körlüğün mazereti hâline getirilmekte.
İslam’ın ölçüsü ne güzel: havf ve reca arasında… Tam olarak ne biri, ne öbürü. Hem biri, hem öbürü. Korku da barındıran umut yahut umudu ihmal etmeyen korku. Her şeyin tevhidini isteyen İslâm, bu mevzuda bambaşka bir kıstas koymakta: En korktuğun ânda bile yoldaşın umut. En umutlandığın durumda dahi bir denge unsuru mahiyetinde korkunun temkinliliği… Gel-gitten hiçbir durumda hazzetmeyen İslâm, umut ile korku arasında muhteşem bir muvazene önermekte.
Hakikate ömrü hayatında bir kezcik olsun yakınlaşabilmiş bir kimse için umut, beraberinde korkuyu da getirmişse ancak o durumda yüzgeri çevrilmez. Serapa korku kişiyi ne oranda insaniyetinden uzaklaştırıyorsa süreğen umut da o kadar…
Umut da hâllerden bir hâl hâlbuki, umutsuzluk da. Ne birinin limanına kalıcı demir atabiliriz, ne öbürünün.
Demem o ki umut da hakkedilmek zorunda.