Heybetin bedenlenip yürüyen hâlini tasavvur ediniz. İşte o gözünüzde canlanan kişi Mehmet Ateşoğlu Hoca’nın ta kendisi. Zaten hocanın soyadı başka olsaydı biz yine ona Ateşoğlu lâkabını takardık. Öylesine ateşin bir mizaç. Asla masasına oturmayan, blok derslerde bile sıraların arasında biteviye gezinen, ruhundaki bir türlü küllenmeyen ateşi muhataplarına aktarmak için didinen, çoğunlukla da karşısındakine sirayet ettiren bir kahraman mizacı.
Yitiğini arıyor sanki sıraların arasında. Yahut bizim yitirdiğimizi bulup bize vermek için didiniyor. Azmin abidesi. Gayretin. Ve imanını. Öylesine kavi bir mümin.
Ne ki Ateşoğlu Hoca’nın imanında Türklük vazgeçilmez bir merkeziyetteydi.
Kafatasçı mıydı? Değil işte! Müslüman bir Türk’tü elbette ama yine de içindeki Türklük, Müslümanlığıyla yarışır bir kavilikteydi biz onu tanıdığımızda. Belki de Türklük bilinci ile imanı arasında bir denge kurmakta zorlanmaktaydı da bir yardım eli arıyordu. O yardım eli gelmiş miydi?
Mehmet Ateşoğlu Hoca, ortaokulda Türkçe, lisede edebiyat öğretmenimizdi. Yıl 1979. Orta birin ikinci yarısı. İlk vakitler epeyce zorlanmıştı hoca İmam Hatip’te. Çok geçmeden kendine özgü o emsalsiz ahengini yakalamış ve girdiği her sınıfta, kimselere benzemeyen coşkusu ve edasıyla bildiğini okumaya başlamıştı. En çok da okuldaki solcu öğretmenler rahatsızdı bu durumdan. Meslek dersleri öğretmenleri mi? Onlar tükürükledikleri şehadet parmakları havada ortalıkta gezinip duruyordu. Niçin mi? Esen rüzgârın yönünü doğru tespit etmek için.
Komün-Şiir Tatbikatı
Ateşoğlu 1926 Kayseri doğumlu. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya mezunu. 13. dönem AP milletvekili. Ardından yine hakiki vazife: hocalık. Hatıralarıyla bizi mest eden hocamız, siyasi kimliğine ve geçmişine dair bize tek cümle bile kurmadı. Fakat kalp taşıyan herkesi titretecek bir çarpıcılıkta siyasi görüşlerini dobra dobra anlattı.
Birçok derste komün-şiir tatbikatı yapardık. Komün-şiiri mi ne? İşin lâtifesi canım. Sınıfça ortak şiir yazmak tabii ki. İlk mısraı veya beyti bazen kendisi söyler, bazen de seçtiği bir arkadaşımıza söyletir ve tahtaya yazardı. Ardından aklına gelen herkes, şiirin formuna dikkat ederek ve edasına uyarak bir mısra söylerdi. Öneriyi onaylarsa onu da tahtaya yazardı. Böylelikle şiir, ortak bir zihnin, daha da mühimi ortak bir ruhun ürünü hüviyetiyle doğardı. Bütün komün-şiirlerimizin mevzuu aynıydı: Türkler, Türklük ve Türk tarihi… Türk’ün o yüce gönüllülüğü… Yiğitliği, azmi, gayreti…
Ateşoğlu Hoca’ya göre her Türk şair doğardı; asker değil. Çünkü Türk, kadınıyla, erkeğiyle zaten bizatihi askerdir. Sınıfta şiir yazan veya yazdığını sanan herkesi yüreklendirirdi. Çünkü şiir sevgisi imandandı. Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Köroğlu… Müfredat ne derse desin biz her derste bu şairlerin şiirlerini okur; sınıfça galeyana gelir, bizi Türk yarattığı için Rabbimize hamd ederdik.
Türkü, mani, saz, bulgur pilâvı… Türk’e dair ne varsa beheri mübarekti onun gözünde. Ve çok geçmeden bizim gözümüzde de.
Ramazan Davulcusunun Manisi
Nasipsize göre deminden beri bir ırkçıyı tarif ediyorum belki de. Ama Ateşoğlu, aslen Arnavut Mehmet Akif’e, en az Mehmet Emin Yurdakul kadar değer verirdi. Milli ve manevi değer taşıyan gün ve haftalarda, İstiklâl Marşı veya Çanakkale Şehitleri’ne gibi konuyla ilgili Akif şiirlerini büyük bir coşku içinde sınıfa ezberletir; ilgili günde de ruhlarını kahramanlıkla cilâladığı yeniyetmelere, okulun temellerini sarsan bir haykırışla koro hâlinde okuturdu. Onun o kendine özgü tahfif edasıyla telâffuz ettiği ‘komünist’ hocaları çatlatırcasına.
Şimdilerde hangi yöne baksanız tozdan fazla kahraman görürsünüz. Ve dava adamı. Fakat Necip Fazıl’ın ifadesiyle “başını bir gayeye satmış kahraman” nasıl olunurmuşun hakikatine dair bir misal: Hocanın görev yaptığı yerlerden birinde ilk Ramazan gecesi… Davulcu ahaliyi sahura kaldırmak için mani söyleye söyleye sokakları arşınlarken hocanın penceresinin önünden de geçiyor. O da ne? Davulcunun söylediği mani, hocanın bilmediği bir mani çıkmasın mı? Nasıl olur? Çünkü hoca, binlerce Türk manisini ezbere bilir, hatta sınıfta, içinde bizim seçtiğimiz bir kelime geçen 40 mani okumak gibi küçük oyunlar oynardık.
Apar-topar giyiniyor hoca ve fark ettirmeden davulcuyu takip etmeye başlıyor. Niçin mi? Bilmediği yeni bir mani söyler mi diye. Ne yazık ki yeni bir mani öğrenemiyor ama Ramazan’ın sonuna kadar her gece davulcuyu, ona görünmeden takip etmeyi sürdürüyor.
Yalnızca mani mi? Müttaki bir mümin Kur’an’ı hıfzeder ya, o da hafızasında 5 binden fazla Türk şiiri taşırdı. Türklerle ilgili 40 hadis, 40 kelâmı kibar, 40 vecize mutad ezber mevzularından…
Özbeöz Türk
Bilindiği gibi Hz. Muhammed zaten Arap değil, muarreb; yani sonradan Araplaşmış. Ateşoğlu Hoca bize bu hususu şöyle anlatırdı:
– Çocuklar, meslek dersi hocalarınız size Hz. Muhammed’in sonradan Araplaşmış hangi Türk boyundan geldiğini zaten anlatmışlardır. Benden hatırlatması…”
Yine de bu temeli zayıf iddiasının hakikatini bize bizzat yaşattırmıştı. Çok geçmeden aramızdaki Kürt, Çerkes, Laz, Gürcü gibi farklı etnisiteler, Ateşoğlu Hoca’nın samimiyet havanında özbeöz Türk’e dönüşmüştü. Mehmet Ateşoğlu Hoca bize, başka hiçbir hocamızın aklından bile geçirmediği bir hususiyet kazandırmıştı: KİMLİK! Girdiği her sınıftaki her çocuk ve genç, çok geçmeden özbeöz Türk’tü.
Ateşoğlu asla yalın hâlde “Türk” demezdi. Etkileyiciliğini imanından alan bir epik edayla her daim “Yüce Türk milletiiii!…” demeden duramazdı. Sağ elinin şehadet parmağını her ân düşmanın kafasına bir gürz gibi vurmaya hazır bir edayla sallayarak sınıfı dolduran o “Yüce Türk milletiiii!….”ni duyduğumuz her seferinde biz de hep bir ağızdan öyle bir “Al…..hhhh!” çekerdik ki yüz yıldır hiçbir tekkede öyle kalpten gelen bir zikir çekilmemiştir.
Yapayalnız Bir Kahraman
Bizimle paylaştığı hasbi coşkusuyla her birimiz kâh Kars Anlaşması sınasında Rus askerini nazarıyla bayıltan Mehmetçik olur, kâh Kurtuluş Savaşı’na katılır ve İngiliz’in de, Fransız’ın da, İtalya’nın da, Yunan’ın da hakkından gelirdik. Günlerdir yıkayamadığı çorabıyla Yunan subayını bayıltıp esir alan Mehmetçik’in pratik zekâsıyla gurur duyardık. Kore’de Mehmetçik’le birlikte süngü takıp düşmanı perişan ederdik. Sonra da büyük bir keyifle Amerikan askerlerinin bönlüğüyle ve korkaklığıyla alay ederdik. Gözümüzde terliksi hayvandan bile daha fazla küçülen o Amerikan askerlerinden sonra hangimiz Amerika’ya hayranlık besleyebilirdik ki!
Zafer müjdesini Payitaht’a taşıyan ulak hızıyla sınıfı arşınlayan Ateşoğlu’nu okulun içerisinde, ortalarda göremezdiniz pek. Göründüğünde de küçük bir hadise yaşanırdı. Bir cuma vaktinde öğretmenler odasında hanım öğretmenlerle lâklâka devam eden müzik öğretmeni Temel Leylekoğlu’na:
– Cuma erkeğe farzdır. Kendini kadın hissedenler cumaya gitmeyip burada oturmaya devam edebilir.
Demekte bir beis görmez meselâ. Zorunlu hâller dışında kimseyle teması yoktu. Nasıl olsundu ki. Okuldaki öğretmenleri tam ortadan ikiye ayırabilirsiniz: Ateşoğlu’nun bir ömür nefretinin paratoneri komünistler ve henüz ergenliğe girmeden hayızdan-nifastan kesilmiş tıynetteki sağcı, muhafazakâr ve İslâmcı figürler… Bunun dışına taşan kişi sadedinde, duruşuyla belli bir edayı barındıran Yümni Sezen ile hepimizin matematik fobisinin müsebbibi ama şahsen sevimli ve iyi niyetli Rauf Sümbül. Milliyetçilik ekseninde fikirleri çakışsa da mizacen Yümni Sezen’in Ateşoğlu’ndan farklı karakteri, bir türlü ruhlarının tam olarak bir araya gelmelerine fırsat tanımıyordu.
Beklenmedik bir şey oldu tam o esnada: HÖŞ vak’ası…
HÖŞ Vak’ası
Ömer, öksüz bir Sivas delikanlısıdır. Fakat garibanlığına aldırmadan bir İslâm alimi olma hayali kurmaktadır. Bu hayalini Türkiye’de gerçekleştirecek bir kurum bulunmadığına göre… Ver elini Ezher. Belli ki zor şartlarda, hem çalışıp hem okuduğu için birkaç yıllık fakülte süresi uzadıkça uzar. Mezuniyetinin ardından yurduna döndüğünde önünde pek fazla seçenek yoktur. İslâm alimliğine niyet, öğretmenliğe kısmet… İşe bakın ki ilk görev yeri de bizim okul.
Sivas’ın taşrasında büyümüş ve orada gözünü açmış, ardından da yeniyetmelikten itibaren 40 küsur yaşına kadar yaban ellerdeki bir okulda okumuş birinden söz ediyoruz. Yani Türkçeyi, Türkmen anasından nasıl duymuşsa aynen öyle konuşan birinden. Şimdi bir de Kadıköy’de yetişmiş, içi içine sığmayan bu aklı-fikri haylazlıkta çocukların arasına bu bozulmamış karakteri yerleştirin. “Ben Mısır’daykene…” diye konuşan; zübüllük, cıscıbıl ve çimmek gibi bizim hiç duymadığımız kelimeler kullanan bir hoca. Tam adıyla Hacı Ömer Şahin. Ortaya çıkacak makarayı tahayyül edebildiniz mi? Daha ilk dersinde efsane hâline gelmeyi başaran Hacı Ömer Şahin’in lâkabı da hazırdı: HÖŞ.
Asıl beklenmedik hadise, tam da bundan sonra gerçekleşti: Abdestsiz yere ayak basmayan, iman timsali HÖŞ ile Ateşoğlu, çok geçmeden ayrılmaz bir ikili hâline geldi. Çünkü aslında siyasetle zerre miktar alâkasını kuramayacağınız o safiyane kişiliğin, uzun yıllar Mısır’dayken kendisini en rahatsız eden şey, Cemal Abdünnasır’ın Arap milliyetçiliği yapmak için sergilediği Türk düşmanlığı… Gündüzü övmek için geceye sövmek gibi sapkın ihtiyaç bir yana, şimdilerin Arap dünyasındaki Türk imgesi meselesi de meçhullerimizden. Radyoda, televizyonda Mısırlı yetkililerin yerli-yersiz başvurduğu bu Türk düşmanlığı, bizim Hacı Ömer Şahin hocamızda beklenmedik bir istihaleye yol açmış, duygu dünyasında o munis dindarlığıyla bozkurt edasını bir şekilde birleştirebilmişti.
Belli ki bizdeki hocalığı süresince Ateşoğlu’nun da yarenlik etmek için yıllardır arayıp da bulamadığı bir imkândı bu. O ilerlemiş yaşına rağmen konuştuğunda zemini titreten Ateşoğlu ile tiz sesli, çocuk mizaçlı HÖŞ’ün karşılıklı “Türrrrkkkkk!” demelerini duyacaktınız. Seyri bile size şahsiyet katardı. Çünkü karşınızdakiler Bayındır Han ile Dedem Korkut’tu adeta.
Türklük ile Müslümanlık Dengesi
Ateşoğlu’nun Türklüğü ile Müslümanlığı arasındaki o dengeyi kurmak üzere gelen yardım eli HÖŞ’ten başkası değildi. Elbette yıllardır büyük bir haşyet ve hazla dinlediği sabah ezanları da ruhunda o manevi gediğe zemin hazırlamıştı.
Bu beklenmedik karşılaşma, beklenmedik evrilmelere de gebeydi. Ateşoğlu, çok geçmeden macerasını kemalâta taşımış ve namazlarına titizlenen bir Türk hâline gelmişti.
Mehmet Ateşoğlu Hoca, geçen sene Temmuzda 91 yaşında vefat etti. Yazık ki Türk kültürüyle ilgili emsalsiz çalışmaları, derlemeleri, telifleri, şiirleri, o meşhur sandığında gerçek Türk araştırmacısı tarafından keşfedilmeyi bekliyor.
Hayatımda üç kişinin yeri başka. Edebiyat öğretmenim Mehmet Ateşoğlu, fakülte yıllarımdaki yegâne hocam Teoman Duralı ve ağabeyim Âkif Emre. Beni derinden etkileyen üç kişiden ikisi Kayserili. Şaşırtıcı değil mi?
Kayseri Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki Büsam’ın ders talebini nasıl geri çevirebilirdim? O yüzden birkaç haftadır Film Okumaları için hafta sonları Kayseri’deyim. Bir yanımda Ateşoğlu Hoca’mın hatırası, öbür yanımda Âkif Ağabey’in dinmeyen ıstırabı… İlkinin önünde zaten çocuktum; ikincisinin yanındaysa çocuklaşabilme hakkına malik.
Derslerinde müfredatın dışına itilmiş fakat asıl öğrenilmesi gereken ne varsa büyük bir azimle ve inanılmaz bir etkileyicilikle ruhumuza nakşeden Ateşoğlu Hoca’mın memleketinde ders vermek bahtiyarlığı… Hem de uzun yıllar müdürlüğünü üstlendiği lisenin binasında! Meşhur ve mağrur Kayseri Lisesi’nde. Vakti zamanında Türkiye’nin beş lisesinden biri durumundaki Kayseri Lisesi, Ateşoğlu Hoca’nın bina hüviyetindeki ruh ikizi adeta.
Her hafta sonu Ateşoğlu Hoca’mı görmüş kadar bahtiyarım. Çünkü onun müdüriyet odasının tam karşısındaki derslikte ders vermekteyim. Kaderin cilvesi işte.
Mehmet Ateşoğlu Hoca’yı görmeyen birisi “Ben Türk gördüm!” deme hakkına sahip midir ki!
Ey büyük A..h’ım! Günümüzün gençlerine de Ateşoğlu Hocalar nasip et, ya Rabbi!