İlerleme, gelişme, çağdaşlaşma… En sıradanından ne yazık ki en gelişmiş kabul edilenine değin ülkemizin geçen yüzyılının zihnini işgal eden şeytan üçayağı… Biri birini bütünleyen, birinin öbürünün üzerine rahatlıkla bina edilebildiği yahut yerine geçebildiği, pozitivizmin mukaddes ve mübarek teslisi…
Bu anlayış düzeyinin üretebileceği veya üretilmişi benimseyebileceği edebiyat anlayışı elbette toplumcu gerçekçilikten ötesine sarkamazdı. Aynı zamanda dışarıdakinden farklı bir kıratta ülkemizde türeyebileceği çeşidiyle köy romanında vücut bulabilirdi.
Hayır, derdim dönüp dolaşıp gene toplumcu gerçekçiliğin sefaletine işaret etmek değil. Ülkemizdeki çeşnisiyle hayli trajik ürünler veren bu edebiyat anlayışı, bu sefer asıl meramımı ifade edebilmek için münasip bir fırsat sadece.
Türk aydını dediğimizde, Batı kültüründen ancak yalapşap nasiplenmişlik abidesi bir karakterin aklımıza gelmesi kaçınılmaz. Bu karakterin aynı zamanda Avrupa’yı dünyanın bütünü zannetme garabetinin, dolayısıyla da dünya kültüründen habersizliğinin, üstelik kendi kültürüne de gizli ve aleni düşmanlığının da eklenmesi âdetten.
Bu tiplemeye göre bütün geri kalmışlığımızın sebebi Osmanlı’dır; yani İslâm. O yüzden ‘herkeşler aya giderkene’ bizim köylerimizde traktör bile yoktu. Milletin efendisi köylü sınıfı açtı; sefildi. Cumhuriyet kuruldu ama bu sefer de ağa düzeni halkı sömürmeye devam ediyordu. Şimdilerde türkü barlarda bile muadilini görebileceğiniz bu aydın tipine göre bu ‘kapitalis’ düzen yıkılırsa yalnızca işçi sınıfı değil, köylü sınıfı da abad olacaktı.
Bu çeyrek aydın tipinin kendisine, ülkesine ve dünyaya bakışı böyledir de çok daha seçkininki daha mı farklıdır? Ne gezer. Meselâ TDK…
Asıl kuruluş amacı mevcut bilim ve sanat diline Türkçe karşılıklar bulmak, üretmek veya türetmek iken, çok geçmeden bambaşka yollara saptığını idrak edemeyecek kadar zayıf öngörülü bu kurumun her dönemindeki yetkilileri, bütün farklı evrelerini kapsayacak biçimde söylüyorum, bir yandan çalışmalarına me’haz âddederken aynı zamanda burun kıvırmadan edemedikleri avamın kendi ihtiyacına binaen ürettiği meselâ ‘biçerdöğer’ kelimesi kadar bir Türkçe düşünmek imkânından mahrum bırakılmışlıklarının idrakinden fevkalâde uzakta kaldılar.
Köyü ve köylüyü adam etmek için hem köylüden istifade ettiğini iddia edeceksin, hem de ona ufuklarca uzak kaldığını kavrayamayacaksın. Misâl: Biçerdöğer veya batçık nerede, eytişim yahut ahırdaş nerede?
Aslında TDK seçkinlerinkine benzer bir durum, hatta daha vahimi, köy romancıları için de geçerli mi?
Yakından bakalım:
Neydi köy romanlarının ana meselesi? Hollywood’un klişe tür yapımlarını hatırlayalım: Oyuncu, yönetmen, yer ve kişi adları değiştiği hâlde merkezi konusu, işlenişi, mekaniği ve akışı bir türlü değişmeyen tür filmlerindeki gibi yazarın, kitabın, olayın geçtiği yerin ve karakterlerin adı değiştiği hâlde her kitapta karşınıza çıkan ana mesele, çiftçiliğe mecbur bırakılan Türk köylüsünün hâlen daha neolitik çağdan kalma yöntemlerle tarım faaliyetlerini sürdürdüğü tespiti… Bu ilerlemeden, gelişmeden, çağdaşlaşmadan yoksun halk, yoksulluk içerisinde, yarı aç-yarı tok, kapitalizmin simge karakteri ağa zulmü altında yaşamaktaydı.
Hangi vakitten bahsediyoruz peki? 1950’lerden, ‘60’lardan; bilemediniz ‘70’lerden.
İlk ânda her vicdanlı bakış sahibinin bu tespitin doğruluğu karşısında sus-pus kesilmesi kaçınılmaz. Doğru. Türkiye’nin bütün bölgelerinde birincil gelir kapısı tarım; hayvancılık ikincisi. İlerlemenin, gelişmenin, çağdaşlaşmanın mümtaz sembolleri kabul edilen traktöre veya biçerdövere rastlanmaz bu köylerde. Bunun yegâne istisnası, belki ağanın çiftliği.
O dönemlerde makul gelen bu tespiti sınamaya ne dersiniz? Yani traktörlü, biçerdöverli tarıma geçmeseydik durumumuz niceydi acep?
– İnsanımız tarım ilâçlarından ve ne idüğü belirsiz zehirlerden korunacaktı. En hafifinden bu kadar kanser içinde yüzen bir toplum olmayacaktık.
– Topraklarımız ve sularımız kimyasal maddelerle zehirlenmeyecekti.
– Çiftçilerimiz bankalara borçlanmayacak, dededen kalma topraklarını satıp başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç etmeyecekti.
– Köy romanı yazarlarının nefret ettikleri kapitalizm, bütün müesseseleriyle iliklerimize kadar işleyemeyebilecekti.
– Toplum yapımız, değerlerimiz korunacak; kültürümüz yele teslim edilmeyecekti.
– Ve nihayetinde tarım toplumu olmaktan çıkıp ne idüğü belirsiz bir topluma dönüşmeyecektik.
-Ve asıl önemlisi, belki de dünyanın en büyük organik tarım ülkesi kalacaktık.
Yani sıhhat ve kazanç bir arada.
Fakat gün geldi, ‘80’lerden itibaren işin rengi değişti; Türk tarımı çağdaşlaştı ve nihayet bugünkü hâlini aldı: Köylerimiz günbegün boşalmakta.
Asıl şimdi sıçramaya hazır mıyız? Buyrunuz:
Günümüz Türk eğitiminin en temel eğilimi (Artık adına ne derseniz) dijitalleşme ve sanallaşma. Daha ilkokuldan itibaren başlatılan bu elektronik alet-edavat ve internet bağımlılığı, bilgisayar ve tablet teşviki çılgınlığı ile 1970’li yıllardaki ‘moderen’ tarım faaliyetleri tahrik ve teşviki arasında müthiş bir benzerlik yok mu? Hâlbuki geçen zaman zarfında gördük ki ne bütün o teknolojik alet-edavat, ne de o kimya ilâçları, verimi uçuracağı iddia edilen bütün o tarım katkıları son tahlilde hiç de hayırhah sonuçlar doğurmadı. Ruhen, zihnen, hissen ve bedenen zehirlenmekten başka bir işe yaramadı. Doğru, bu arada birilerinin cebi doldu; o ayrı mesele. Acaba benzer bir bozulmanın, bu kadar yaygınlaştırılmaya çalışılan; bırakalım her eve, her sınıfa, her yatak odasına sokulan internet üzerinden de yaşanabileceği, hatta yaşandığı ne zaman ve kim tarafından farkedilecek?
Medyanın zararlarının ve elektronik dünyasının handikaplarının kimse farkında değil filân dediğim yok. Dediğim şu: Haydi diyelim ki çağdaş teknik tarım aletlerinin tarımı kolaylaştırma aşamasında kalmayıp bütün tarım faaliyetlerini, dolayısıyla insan ilişkilerini derinden etkileyebileceğini ve birçok açıdan bizi geri dönülemezcesine kökten değiştireceğini öngöremedik; fakat en çağdaş ülkelerin bile eğitimde teknolojiyi kullanmaya bizim kadar heves etmediğini nasıl göremiyoruz acaba? Herhangi bir yeni, insanımıza niçin iyi, doğru ve güzel gelmekte? Dahası, itikaden moderne, moderniteye ve modernizme şiddetle karşı çıkan kimselerin, yeni ne varsa hemencik, sorgusuz-sualsiz benimsemelerini, rahatlıkla içselleştirebilmelerini ve hızla özümseyebilmelerini nasıl anlamak lâzım gelir? Hususen de muhafazakârlıkla yaftalanan çevrelerin.
Türkiye’nin muhafazakârlarının muhafaza etmeyi sürdürdükleri bir şey kaldı mı acaba?