Türkiye’nin Filistin’deki hukuki varlığı

shutterstock_208975837

Kıbrıs’ın Türkiye tarafından sahiplenilmesi ve adada yaşayan Türklerin kaderi hakkında söz sahibi olması uzun bir sürecin sonunda gerçekleşmiş bir durumdur. Kıbrıs’ın yönetimi 93 Harbi’nde (1877-78 Osmanlı Rus Savaşı) İngilizlere devredilmişti. İleride ada yönetiminin tekrar Osmanlıya devredilmesi şartı olmasına rağmen 1914’te Kıbrıs adası İngiltere tarafından ilhak edildi. Adanın yönetimi II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İngiltere’de kaldı. İngilizlerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra dominyonlarla ilgili kararları çerçevesinde Yunanistan 1950’den itibaren adanın kendisine bağlanması yönünde birtakım adımlar atmış fakat Türkiye bu adımlar karşısında sessiz kalmıştır. 1950’de CHP’nin dışişleri bakanı olan Necmeddin Sadak “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur.” şeklindeki beyanatı ile Türkiye’nin tutumunu açıklamıştır. Kaybetmek böyle bir şeydir. Gerek 93 Harbi ve gerekse I. Dünya Savaşı’nda kaybetmenin neticesi bizim için ağır olmuştur.

1950 aynı zamanda Demokrat Parti’nin de iktidara geldiği tarihtir ama Kıbrıs konusunda Türkiye’nin tavrında herhangi bir değişim olmamıştır. Yeni dışişleri bakanı Fuat Köprülü, Türkiye’nin Kıbrıs adası üzerinde herhangi bir hakka sahip olmadığını düşünmektedir. Fakat dışişleri bürokrasisinden Fatin Rüştü Zorlu, Köprülü ile aynı görüşte değildir. Zorlu, Hatay meselesinin hallinde de aktif görev almış bir bürokrattır. Zorlu 1950’den sonra Kıbrıs adasındaki gelişmelerle yakından ilgilenmiş ve Türkiye ile ada arasında siyasî bir bağ kurulmasını sağlamıştır. 1954’teki seçimlerde meclise giren Zorlu, Türkiye için Kıbrıs’ı bir dava haline getirir. Gerek dışişleri bürokrasisinde görev alarak ve gerekse meclise girdikten sonra bir siyasetçi ve sonradan da dışişleri bakanı olarak Kıbrıs meselesini Londra Konferansı’nda aktif bir şekilde takip ederek Türkiye’yi sürece hukukî bir taraf olarak dâhil etmeye çalışır. Zorlu’nun bu gayreti 1955 Londra Konferansı’nda Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde müzakere masasına oturmasını sağlar ve Yunanistan da oluşan bu durumu kabul eder. 1957’de Kıbrıs meselesi hakkında Birleşmiş Milletlerde Yunanistan’ın önerdiği teklifler kabul edilmemiş, Kıbrıs meselesinin konuya taraf olanlar tarafından müzakereler yoluyla çözülmesi yönünde karar alınmıştır. Türkiye, Kıbrıs meselesinde bir taraf olarak kabul edilmiştir. Bu karar Türkiye tarafından memnuniyetle kabul edilir. 1959’da yapılan Zürih ve Londra antlaşmaları da bu çerçevede bir kazanım olarak meclis gündemine getirilir. CHP Türkiye’nin haklarının savunulmadığı görüşünden hareketle ret oyu verir fakat anlaşmalar Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilip bütün dünyaya ilan edilir.

Kıbrıs’ın Türkiye için bir dava hâline geldiği süreçte Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu’nun mücadeleci tutumunu takdir ederek dışişleri bakanlığına giden yolu açar, Köprülü bakanlık koltuğundan ayrılmak zorunda kalır. Londra görüşmeleri ile Türkiye’nin Kıbrıs’ta bir taraf olması ve bu durumun Birleşmiş Milletlerde onaylanması 1960’ların ve 70’lerin gelişmeleri karşısında Türkiye’nin Kıbrıs’a doğrudan müdahale etmesine imkân vermiştir. Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulmasında ve faaliyetlerini yürütmesinde ciddî katkıları olur.

Bilindiği gibi 1960 ihtilalinde idam edilen üç siyasetçiden biri de Fatin Rüştü Zorlu’dur. Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin hukukî bir taraf olması yönündeki çalışmalarının idam edilmesinde önemli bir rol oynadığı yönünde kanaatler vardır. Nitekim örtülü ödenekten Türk Mukavemet Teşkilatı için harcadığı paraların hesabını vermemiştir. Fatin Rüştü Zorlu idam sehpasında iken kendisini yargılayanlara meydan okurcasına ayaklarının altındaki sehpayı kendisi devirmiştir.

Bugün İsrail ile Türkiye arasında imzalanan antlaşmanın basına yansıyan içeriği Kıbrıs meselesine benzer bir süreç ile karşı karşıya oluğumuza işaret etmektedir. Türkiye, Filistinliler için ileri sürdüğü bazı şartlardan açıkça geri adım atmış görünse de Gazze ve Batı Şeria’nın imarı ve Filistinlilerin yaşam şartlarının iyileştirilmesi yönünde alınan kararlara hukuken bir taraf olmuştur. Türkiye artık Filistin meselesinde resmen bir taraftır. Dolayısıyla Filistin’e yapılacak yardımların organizasyonu ve takibi önemlidir. Türkiye’nin bundan sonra Filistin’e sadece yardım göndermekle yetinmeyeceğini, yapılacak yardımlarla Filistin’in imarı ile Filistinlilerin hayatındaki gözle görülür iyileşmenin garantörü olacağını söyleyebiliriz. Bu hem Türkiye’nin üzerine birtakım sorumluluklar yüklemekte hem de aynı ölçüde imkânlar sunmaktadır. Abluka ve ambargonun kaldırılması sağlanmamış olsa da yapılacak yardımların takibinde Türkiye’nin alacağı aktif tutum bundan sonraki süreçte İsrail’in pervasızlığına engel olabilir. İsrail’in şimdiye kadar yapılan antlaşmalara uymamak yönündeki sicili göz önüne alındığında Türkiye ve İsrail arasındaki antlaşmanın akıbeti hakkında ciddî şüpheler doğar. Bu açıdan Türkiye’nin sahadaki varlığı hayatî derecede önemlidir. Türkiye’nin sahadaki varlığı her an yeni gerilimlerin ve krizlerin habercisi olabileceği gibi mevcut durumun iyileştirilmesi açısından Filistinlilere yeni bir imkân sunabilir.

Filistin ve Kudüs, Türkiye ve bütün Müslüman dünyası için bir davadır. Bu davanın gündemden düşmesi düşünülemez. Bu dava bu zamana kadar dünya Müslümanlarının ve Türkiye’nin en önemli gündem maddeleri arasında yerini aldı. Bundan sonra da böyle olacaktır. Türkiye’nin Filistin meselesinde hukuken bir taraf olması bundan sonraki süreçte Filistin ve Türkiye arasındaki bağların belirli temeller üzerinde inşa edileceğini ve şekilleneceğini göstermektedir. Dolayısıyla Türkiye, hemen bir bayram müjdesi olarak Filistin’e ulaşmalı, oradaki hayata dokunmalıdır. Filistinlilerin gündelik hayatında gözle görülür bir iyileşme, gelecek adına yeni ümitlerin doğuşunu da sağlayabilir. Filistin bunu fazlasıyla hak ediyor.