Yaklaşık on yıldır gerilimlerin tam ortasından geçiyoruz. Bunu küresel saldırılar veya emperyalist müdahaleler şeklinde de ifade edebiliriz. Türkiye, siyasî gerilimlere aşina olmayan bir memleket değil elbette. Fakat 2007’lerden önce yaşadığımız siyasî gerilimlerin ve kamplaşmaların temelinde fikrî ayrılıklar yatıyordu ve çatışma toplumun tamamını kapsamıyordu. 2007’de başlayan ve 2013’te Gezi Parkı kalkışmasıyla en üst seviyeye ulaşan gerilimler, geçmişte yaşanılan siyasî kamplaşma ve çatışmalardan büyük ölçüde farklıydı. Çünkü artık bütün bir ülke iki kamp hâlinde karşı karşıya gelmişti.
Gerçek Hayat sayfalarında birkaç defa ifade ettiğim bir kanaati tekrarlamak istiyorum: Gezi Parkı kalkışması, son dönemlerde Türkiye’ye karşı yapılan en büyük emperyalist saldırıydı. Erdoğan’ın şahsında bütün bir ülkeyi hedeflemişlerdi.
Gezi Parkı olaylarını son dönemlerin en büyük emperyalist saldırısı şeklinde tanımlasak da karşılaştığımız bu hadisenin oluşum safhaları itibarıyla tahlil edilmediğini de belirtmeliyiz. Gerçi o günlerden sonra Türkiye’ye yönelik saldırıların ardı arkası kesilmedi ama yine de ilk olması hasebiyle Gezi Parkı olaylarının mutlaka tekrar tekrar incelenmesi gerekir.
Türkiye’yi haftalarca çok zor bir durumda bırakan Gezi Parkı olaylarında lise öğrencilerinin aktif bir katılım sergilediği bilinmektedir. Hatta bu aktif katılım, alanları dolduran kalabalıkların neredeyse büyük bölümünü oluşturmaktaydı. Lise çağındaki çocuklar son defa 12 Eylül Askerî Darbe öncesi siyasî çatışmalarda önemli bir unsur olarak sahada yer almıştı. O dönemi yaşayanlar konuyu mutlaka hatırlayacaktır. 1980’den yıllar sonra lise öğrencilerinin siyasî gerilimlere dâhil olmak maksadıyla alanlara inmesi çok önemli bir durumdu. Zira yıllarca anne babaları tarafından apolitik yaftasıyla tahrik edilmeye çalışılan gençlik politik bir figür olmak için her tarafı ateşe veriyor, yakıyor, yıkıyordu. Bu gençlik gruplarının içinde muhafazakar tabanlı ailelerin çocuklarına sosyal bir mesele olarak bakan oldu mu bilmiyorum, ama ilgiye değer bir mesele olarak karşımızda duruyor.
Lise öğrencilerinin aktif bir şekilde Gezi Parkı olaylarına katılmasına yol açan esas sebep, özellikle 2007’den sonra sınavlarda yapılan yolsuzlukların artık duyulmaya başlanmış olmasıydı. O zamanlarda bu duyumların lise öğrencileri üzerindeki olumsuz etkisini gözlemleme fırsatım olmuştu. Birileri sınavlarda yolsuzluk yapılması için ön açıyor, birileri bu yolsuzluklarla inanılmaz derecede kamu kurumlarını ele geçiriyor, birileri de bu durumu propaganda malzemesi hâline getiriyor ve faturayı Erdoğan’a kesiyordu. 2007’den sonraki rektörlük atamalarını, ÖSYM’yi ve sınavlarını, MEB’teki değişimleri Gezi Parkı olaylarına liseli öğrencilerin katılımıyla ilişkilendirmek bizleri çok farklı sonuçlara götürecektir.
2007’den sonra FETÖ bir taraftan devleti ele geçirirken diğer taraftan özellikle lise öğrencileri üzerinde öğretmenler vasıtasıyla Erdoğan karşıtı bir algı oluşturuyordu. Sınav yolsuzluklarından doğan toplumsal öfke ısrarla Erdoğan’a yönlendiriliyordu. Böylelikle Gezi Parkı olaylarının temeli atılıyordu.
Gerek yüksek bürokrasideki değişimler ve gerekse lise öğrencilerini hedefleyen propaganda çalışmaları tek merkezden yönetiliyordu. Bunu bugün daha iyi anlıyoruz. Gerçekten de devlet eliyle bir haksızlık ve adaletsizlik yaratılıyor ve muazzam bir toplumsal kaygı oluşturuluyordu. Gençlik üzerinde ciddî bir gelecek endişesi hüküm sürüyordu. Fakat haksızlığı, adaletsizliği yaratarak gelecek endişesine sebep olanlar, ustaca bir manevrayla ortaya çıkan hoşnutsuzluğun faturasını Erdoğan’a kesiyordu. Bu başarılı bir kurguydu, nitekim aynı kurgu 17-25 Aralık Hukuk Darbesi’nde de tekrarlanacaktı. Yolsuzluğu yapanlar bunun faturasını yine Erdoğan’a kesecekti.
Yukarıda tasvir ettiğimiz sürecin sosyal mühendislik ürünü olduğuna dair herhangi bir şüphe yoktur. Türkiye adım adım 15 Temmuz darbe girişimine doğru sürüklenirken kitlesel ölçekte bir uyanıklık emaresi ile karşılaşmamamız muhatabı olduğumuz sosyal mühendisliğin başarısını gösterir.
Türkiye’nin kendi bölgesine sıkışıp kalmayacağı ve küresel bir güç merkezi adayı olarak öne çıktığı hususunda şüphe yok. Yaklaşık on yıldır devam eden güçlü sarsıntılardan başarıyla çıktığımıza göre yakın ve orta vadeli kişisel gelecek tasarımlarında Türkiye’nin daha da güçleneceği bir veri olarak kabul edilmelidir. Hatta yüz yıl öncenin “hasta adam” yaftası, bu yaftayı Osmanlı’nın üzerine yapıştıranlara uygun görülebiliyorsa Türkiye’nin geleceğinden endişe etmek anakronik bir yaklaşımdır. Bu açıdan gerek Erdoğan’la Bahçeli’nin ve gerekse de “Türkiye’nin beka meselesi”nden bahseden aydınların dile getirmek istediği şeyin tam anlaşılmadığını söyleyebiliriz. Onlar bu kavramsallaştırma ile millî varlığımızın tehlikeye düştüğünü ifade etmiyor. Bilakis yüz yıl sonra yeni hamle ile ortaya çıkan yükselişin Batılı devletlerde uyandırdığı akislere, Türkiye karşıtlığına dikkat çekmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin beka meselesinden bahsetmek, ülkemizin geleceği adına büyük umutlar taşımaktır.
Geçmişte sosyal mühendislik projeleriyle yaratılan “haksızlık ve adaletsizlik” algısının bizzat FETÖ ve bileşenleri tarafından çok yönlü bir şekilde kullanıldığını, toplumsal alanda büyük bir karmaşaya sebep olunduğunu biliyoruz. Türkiye’nin geleceğine yön verenlerin bu örnek durumu çok iyi analiz edeceğine inancımız var. Bundan sonra da benzer örneklerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmamalı.
“Türkiye’nin beka meselesi”ne yönelik vurgular geleceğe dair millî bir korku beyanı değil, bilakis katlanacağımız zorlukların şiddeti ve “kızıl elma”nın mesafesine dair bir tartışmadır.