Türkiye’nin, ülke içinde ve yakın coğrafyasında, takip ettiği siyaset uluslararası düzenin hâkim güçlerine karşı bir duruşu temsil ettiği için gerilim yükseliyor. Uluslararası düzenin hâkim güçlerinin, öteden beri emperyalist devletler olarak tanımlandığı ise malumdur. Bir devletin kendi ülkesini ve bölgesini, malum emperyalist devletlere karşı korumaya çalışması son derece anlamlı bir çabadır. Bugün, bu anlamlı çabayı, bütün zorluklara rağmen neredeyse tek başına sürdürmeye çalışan ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin bu anlamlı çabası, Osmanlı Devleti örneğinde olduğu gibi antiemperyalist bir siyasetin neticesidir.
Batı Avrupa emperyalizmi, kuzey ve güney kuşaklarında geçit bularak dünyanın farklı bölgelerini, ülkelerini, milletlerini sömürgeleştirmişti. Rusya da bu dönemde Batı Avrupa emperyalizminin kuzeydeki temsilcisiydi. Emperyalist devletler uzun bir dönem sömürgecilik faaliyetlerini “medenileştirme” maskesi altında icra ettiler. Onlara göre Batı Avrupa medeniyeti dışında kalan dünya yarı medeniydi. 15. yy’dan 19. yy’ın sonuna kadar devam eden bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim olduğu coğrafi bölgeler dışında sömürgeleştirilmemiş bir yer kalmamıştı. Direnen ve düşmeyen yalnızca bizim coğrafyamızdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde kendi medeniyet coğrafyasına sahip çıkma mücadelesini Panislamizm ve Pantürkizm şeklinde yaftalamak istediler. Bu yafta onlara göre barbarlık anlamına geliyordu.
Osmanlının son dönemlerinde yayımlanan Türkçe gazete ve dergilerde savunmacı bir refleksle Panislamizm ve Pantürkizm karşıtı yazıları görmek mümkündür. Bu yazılarda Batı Avrupa emperyalizmine karşı verilen mücadelenin Panislamizm ve Pantürkizm ile tanımlanamayacağı yönünde görüşler dile getirilmiştir.
Türkiye yeniden antiemperyalist bir siyaset takip etmeye başladı ve bu durum özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “dünya beşten büyüktür” şeklinde sloganlaşmış ifadesi ile billurlaştı. Bu tavır bir tercihin yansımasıdır. Eğer Türkiye varlığını geleceğe taşımak ve iddia sahibi olmak istiyorsa bu tercihi er ya da geç yapmak zorundaydı. Bu tercihini elli yıl sonra yapsaydı da aynı sorunlarla karşılaşacaktı. Fakat yine bu tercihin doğru bir zamanda yapılıp yapılmadığı ve takip edilen yöntemler tartışılmalıydı. Oysa Türk aydını Türkiye’nin tercihini antiemperyalist bir tavır olarak göremedi. Bu kesimin körlüğü Tanzimat’tan bu tarafa devam edegelen “sömürge aydını” tavrının yansımasıdır. Türk aydınının bu tavrını basit bir ufuksuzluk ve cehalet örneği olarak açıklamak doğru bir davranış değildir.
Garp-zede Türk aydını sırtını daima Batı’ya dayar ve onun adına konuşur. Kendi coğrafyasına kördür. Onun için muhalefet parti sözcüleri, “paralel yapı” yazarları ve birtakım gazeteciler onlarca yıldır bölgemizde yaşanan, Suriye’yi yok oluşa doğru sürükleyen ve Türkiye’yi de doğrudan tehdit eden sorunlar hakkında her hangi bir fikre sahip değildir. Onlar küresel ve bölgesel ölçekte ciddi değişimlere yol açacak gelişmeler karşısında sadece suçlu arıyorlar, onun için Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, AK Parti ve dolayısıyla Türkiye haddi aştıkları için suçludur. Onlara göre gelişmelerin merkezinde suçlu gördükleri kişi ve kurumlar yer almaktadır. Buradan hareketle Türkiye’nin şu yaşadığımız günlerde iç ve dış siyasi düzlemde karşılaşmış olduğu güçlükleri, macera arayışının neticesinde ortaya çıkan başarısızlık ve öngörüsüzlük şeklinde göstermeye çalışıyorlar. Aynı şekilde Türkiye’nin, kendi bölgesinde, hadiselerin baş döndürücü bir hızla gelişmesi ve farklı aktörlerin devreye girmesi karşısında geliştirmeye çalıştığı politikaları ilkesizlik ve tutarsızlık şeklinde takdim ediyorlar. Daha ileriye gidenler, Enver Paşa ile
Cumhurbaşkanı ve Başbakanın tavrı arasında benzerlikler kurarak aynı akıbete uğrayacakları yönünde hatırlatmada bulunmayı ihmal etmiyor. Onlara göre Enver Paşa da macera hevesiyle hareket edip koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu kısa bir zaman içinde yok oluşa götürmüştü.
Hâlbuki bugünün sorunları, hem küresel ölçekte hem de bölgesel düzlemde onlarca yıldır yaşanan bir dizi gelişmenin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Yaşadığımız coğrafya, uzunca bir zamandır, yeni ve çok yönlü bir emperyalist saldırının merkezinde yer almaktadır. En nihayetinde Hristiyan dünyanın iki büyük lideri olarak Vatikan’dan Papa ve Rusya’dan Patrik, Küba’da bir araya gelerek Müslüman dünyanın kaderi üzerinde söz söylemeye başladılar. Ortadoğu’da Hristiyanlara yönelik zulümleri durdurmak maksadı ile yapılacak çalışmalar hakkında konuştukları söyleniyor. Papa ve Patrik tarafından açıkça ilan edilen şey Pan-Hristiyanizm’dir.
Türkiye Cumhuriyeti, 2000’lerin başından bu tarafa hem coğrafyamıza hem de bizatihi varlığına yönelik tehditleri farklı bir gözle görmeye başlamıştı. Örneğin emekli Korgeneral Armağan Kuloğlu yönetiminde yayımlanan Stratejik Analiz adlı dergide 2000’lerin başında Türkiye için güneyden en büyük tehlike olarak İsrail gösterilmişti. Kuşkusuz bu, sembolik öneme sahip bir tespitti. Zira dergi askeri sınıfa yakınlığı ile biliniyordu. Bu tespit 28 Şubat Süreci’nin Türkiye’yi iktisadi olarak bir uçurumun kenarına kadar getirdiği günlerde yapılmıştı. Türkiye, o gün varlığının ciddi anlamda tehdit altında olduğunu açıkça görmüştü.
Enver Paşa, macera düşkünü bir asker değildi. O bütün bir medeniyet coğrafyamızın yükünü omuzlarına alıp cepheden cepheye koşmuş cesur bir komutandı. Mağlup oldu, bütün mağlup olanlar gibi yenilginin faturası üzerine kaldı. Hataları ve sevaplarıyla tarihimizde yerini aldı. Ne Abdülhamit ne de Enver Paşa çöküşü durdurabildi. Güçsüzdüler ve tarihin çarkları onlar için dönmüyordu.
Bugün olanlar ise tarihin bir tekrarı değildir. Türkiye bir macera peşinde değildir. Coğrafyamıza ve bizatihi varlığına yönelik tehditlerle mücadele edebilecek bir güce sahiptir.