Türkiye’den başka her şeyi seviyorlar

İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde ikinci sınıftaydım… 28 Şubat’ın hayallerimizle, ümitlerimizle oynadığı buhran dolu günlerdi. Milli Güvenlik dersimize giren subay, ‘Türkiye’nin düşmanları’ konusunu üstüne basa basa, acemi askerleri eğitircesine anlatıyordu: “Yunanistan, Suriye, İran, Irak ve Ermenistan. Bunlar bizim düşmanlarımız!” Elinde uzayan çubuk, Türkiye haritasının önünde sanki sınırımızdan ülke ayıklıyordu.

Stratejik ve jeopolitik bir takım bilgilerle dış düşmanlarımızı iyice belletmişti bize. Ya da öyle sanıyordu. Müslüman İran, Irak ve Suriye için söylediklerine “he” deyip geçiyorduk aslında. Haliyle bu dersin sınavlarından da post modern darbenin zorlukları içinde geçiliyordu.

Daha sonra resmi söylem de müfredat da değişti. Milli Güvenlik dersleri 2012’de kaldırıldı. Öncesinde ise devlet dış düşmanlarını baştan aşağıya gözden geçirdi. Sorunları sıfırladı. Vizeler kalktı, sınırlar açıldı. Ermenistan’a maça gidildi, Ege’deki it dalaşları seremoniye dönüştü, Kilis’ten Halep’e tren seferleri başladı. İran bize, biz İran’a daha da yakınlaştık. Fakat bu günler çok uzun sürmedi. Coğrafyamızdaki bütün dengeler çok kısa bir sürede değişti. İyi niyetler dünyanın gözleri önünde bozuldu. Ülkelerin iç dinamiklerine müdahaleler edildi. Dünyanın savaş bölgesine çevrilen Ortadoğu’nun haritasıyla oynanmaya başlandı.

Türkiye’nin dış destekli ‘iç düşmanları’ da kendini bu süreçte iyiden iyiye gösterdi. Ülkemiz son 5 yılda büyük olaylar yaşadı, çok önemli badireler atlattı.

2012’deki Gezi olaylarıyla oluşturulan ‘sivil devrim’ havası, ayrışma ve kamplaşma, keskin bir bölünme sürecini de beraberinde getirdi. Her türlü şiddet ve vandallığı meydanların ‘ideolojik renkliliği’ ile sempatikleştirenler kucaklarında besledikleri terörü sokaklara bıraktılar.
PKK’nın 7 Haziran’dan sonra yeniden başlattığı saldırılar ile yaşanan büyük kırılmanın da alt yapısını bu ‘iç düşmanlar’ oluşturdu.

Hiçbir eylemini sorgulamadıkları PKK’nın yanında saf tutarak devlete karşı ‘sivil cephe’ açan bu silahsız kanat, aynı zamanda siyaseti, sivil toplumu ve medyayı da koordine etmeye başladı.

Devlet, terörle ve teröristle mücadele ederken, onlar ‘insanlık maskesi’ takınıp, siyasi iktidarı ortadan kaldıracak her güce biat etmeye hazır olduklarını artık açıkça beyan ediyorlar..

Her vesile ile ‘baskıcı güç’ olduğunu iddia edip, diktatör söylemi ile savaş açtıkları Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısında durabileceğini düşündükleri odaklarının kapısında köle oldular. Erdoğan’ın halktan aldığı büyük desteğe saygı duymak yerine farklı güçlerin çatısı altına sığınmayı seçtiler. Burada da hiçbir kırmızı çizgi gözetmediler.

Bir zaman kendilerine kan kusturan darbecilere bel bağladılar, “asker neden sessiz” şikayetlerini sıraladılar. Yetmedi halkını katleden zalim Esed’e umut bağladılar. Suyunu içip ekmeğini yedikleri ülkeyi yakacak ateşi Putin’in gözlerinde aradılar. Bir sabah uyandıklarında ise ‘İrancı’ oldular. Hiç kızarmayan o yüzlerini İsrail’e de döndüler. İsrail, Türkiye’den özür dileyip Mavi Marmara için tazminat ödemeyi kabul edince arkadan vurulduklarını hissettiler.

10. Yıl Marşı ile doğup Cumhuriyet mitingleri ile serpilenler, büyük nefretler besleyerek geldikleri ihanet çizgisini çok daha ileri noktalara taşıyacaklarının mesajını veriyorlar artık. Toplumsal olarak çok kötü, dehşete düşüren bir görüntü bu.

10 yıl önce “düşmanlarını” gözden geçiren Türkiye iç düşmanlarını da gözden geçirmeli artık. Yolumuza taş koyanlar arasında sadece ‘dış düşmanlar’ yok çünkü. İçerideki hainlerin açtığı cepheleri de hesaba katarak, yılmadan, yıkılmadan dirilişini sürdürmeli. Yol haritası artık bu gerçeğe göre çiziliyor, çizilmeli.

Şu anda yolumuzdaki en büyük engel ise terör belası. Müzakere masalarını devirenlerden umudu kesip, tam yol mücadele etmekten başka bir çıkışı yok bu yolun. Ülkenin 35 yılına sirayet etmiş bu habis uru kökten kazımanın en yakın olduğu dönemde geri adım atmak bir ‘intihar’ olur.

Bu zor dönemlerde açık oynamak gerekiyor, meclis kürsüsünde teröre ağlayanlar kadar açık hem de… Terörle mücadelenin baş düşmanları olan ‘silahsız kanat’ belirleyici rol oynamaya devam ediyor çünkü. Siyaseti, sivil toplumu, akademiyi ve medyayı domine ediyor. Bu baskıyla müzakere ihtimaline sıcak bakanlar da ‘romantik mahalleli’ rollerini oynuyor. Karşı taraf ise çok net bir şekilde davasını güdüp, intikam yeminleri ediyor. Hiçbir açık bırakmaksızın senkronize bir halde topluca mücadele ediyor. Kimliğini, aidiyetini gizlemiyor, bedel ödemeyi göze alıyor, geri çekilmiyor…

Sadece HDP’li belediyelerin son süreçteki vukuatları ‘açık oynama’nın ne olduğunu tarif etmeye yeter. Akla hayale sığmayacak iftiralarla AK Parti ile IŞİD terörü arasında bağ kurmak isteyenler, HDP’nin terör örgütü PKK’nın en büyük dayanağı olduğu gerçeğini görmezden geliyor.
PKK’nın şehir merkezlerine taşımak istediği terör dalgasının vurduğu Kürtlerin mağduriyetlerine karşı üç maymunu oynuyorlar. ‘Ülkelerinden başka her şeyi seven’ bu güruh, terör örgütüne uluslararası arena dahil bir noktada destek oluyor. Nefes veriyor.

Kendilerinden başka her türlü kimliğe bürünen bu ihanet odaklarını püskürtecek tek güç ise halkın iradesidir. ‘Milli Mücadele’ kavramını tüm hücrelerine kadar yaşamış olan bu toplum 1 Kasım’daki dik duruşunu devam ettirmeli. Bu cephe yüzde 49,5’ta kalmamalı. Siyaset artık rafa kalktı. Bu çok açık.. Bu topraklara olan aidiyet duygumuzu tazelememiz gerekiyor. Türkiye kendi tarihini bir kez daha yazmanın mücadelesini verirken iç düşmanlarımızı da çok iyi tespit etmeliyiz. Dibimizdeki Suriye alev alev yanarken Türkiye’nin güllük gülistanlık kalacağını sanmanın romantizmi artık bitti. Mezhepsel ve etnik provokasyonlarla desteklenen büyük bir iç savaşın içine çekilmeye çalışıldığımızı artık herkes görmeli.