Tevekkül, başa geleni soğukkanlı bir şekilde karşılamaktı

Kader ve tevekkül kavramlarını farklı açılardan inceleyerek din ve toplum açısından manasını ve algılanma biçimlerini ortaya çıkarmak en azından benim işim değil. Konunun çok önemli olduğu açıktır fakat alanda derinleşenlerin, her iki kavram çerçevesinde yeni yaklaşımların zorunlu hâle geldiğini görmesi gerekir. Bütün dünyayı sarsan korona virüsü salgını karşısında ülke olarak geliştirdiğimiz tavırlar bağlamında kader ve tevekkül kavramlarını yeniden ele almalıyız. Biz sadece bir giriş yapmak istiyoruz.

Marks’ın ‘din bir afyondur’ sözü Avrupa’nın ortaçağı hakkında söylenmiş en önemli cümlelerden biridir. Marks’a göre insanların acılarını dindirebilmek için sığındıkları yer kiliseydi. Çaresizlik içinde kıvranan sıradan insanlar başlarını rahiplerin omuzlarına koyabiliyordu. Devletin işlevini gören derebeylik sistemi ya da gücü elinde bulunduran aristokratlar sıradan insanlar açısından çözüm merkezi değildi. Afyonun bir ilaç olarak fiilî acıları dindirmekte kullanıldığı bir dönemde Marks, dini de ortaçağ insanın acılarını dindiren bir “ilaç” olarak gördü. Din bireysel var oluş meselelerinin yanında sosyal huzursuzluklar, savaş ve siyasî düzensizlikler döneminde de bir sığınaktı. Salgın hastalıkların yabancı ordular kadar yıkıcı olduğu dönemler için de bu durum geçerlidir. Kader ve tevekkül kavramlarına yüklenen anlamlar bir günde oluşmadı.

İnsanın hayat karşısında geliştirdiği tepkiler kültürel konumlanmanın şifrelerini verir. Daha önceki zamanlarda gördüğümüz hâlde 15 Temmuz 2016 gecesi ile özdeşleşen marketlere hücum ederek makarna istifleme de hadiseler karşısında bir tavır alma biçimidir. Bunun da bir çeşit kültürel konumlanma arayışı olduğunu görmemiz gerekir. Birçok defa karşılaştığımız hadisenin bu kez koronavirüsü salgını ile tekrar ortaya çıkması oldukça önemlidir. Kendini yeniden üreten bir modelin oluştuğunu düşünebiliriz ve makarna istifleme olayı yeni tür kültürel konumlanmanın istikametini gözler önüne serer. Marks’ın ortaçağ insanı, acılarını dindirmek için kiliseye gidiyordu fakat bugünün insanı psikolojik sıkışmışlığından kurtulmak için marketlere koşup makarna istifleyerek rahatlıyor ve kendine yeni bir güvenlik alanı inşa ediyor. Bunun yeni bir kader ve tevekkül anlayışına işaret ettiği açıktır.

Modernleşme çağları gelip dayanmadan önce veba gibi salgın hastalıklar karşısında Müslüman Doğu’nun tavrı eleştiri konusu olmuştur. Farklı sebeplerle Müslüman Doğu’da bulanan Avrupalıların gözlemleri salgın hastalıklar karşısında bir kayıtsızlık ve boş vermişlik durumuna işaret eder. Bunun ne derece doğru bir genelleme olduğu tartışmaya açık olmasına rağmen bu zamana kadar sorgulanmamış olması ilginçtir. Müslüman Doğu, başa gelene tahammül mü gösteriyordu yoksa kayıtsızlık ve boş vermişlik içinde miydi? Avrupalı bir gözlemcinin bunu anlamaması tabiîdir. Fakat bugünkü Müslüman Doğu’nun kendine bakışı da “Avrupalı” olduğu için koronavirüsü karşısında geliştirilen tavrı yorumlamak zorlaşır.

Marketlere koşup makarna istiflemek yeni bir “kader ve tevekkül anlayışı”na işaret ediyor. Klasik Müslüman tavrı ile örtüşmeyen bir durumdan bahsediyoruz. Bunu kültürel konumlanma arayışı olarak da yorumlayabiliriz. Geçen yüz yılların Müslüman Doğu’suyla ilgili Avrupalıların gözlemleriyle uyuşmayan yeni bir durum söz konudur. Salgın hastalıklarının tehlikesine aldırış etmediği ve kader karşısında teslimiyetçi tavır sergilediği düşünülen Müslüman Doğu’nun evlatları bugün, tevekkül ile yetinmeyip marketlere “sığınıyor”.

Avrupalıların gözlemlerini bir kenara bıraktığımızda geçmişteki tevekkül anlayışımız başa geleni sükûnetle karşılamak anlamını taşıyordu. Bugün İtalya örneğinde olduğu gibi aldırış etmemek ya da boş vermişlik olarak tarif edilen hâlin, Müslüman Doğu ile özdeşleştirilmesi oryantalist bir tasnifin kabulünden ibarettir. Müslüman Doğu’nun tevekkülü başa geleni sükûnetle karşılama soğukkanlılığıydı.

Koronavirüsü salgını ortaya çıktıktan sonra Çin’in mücadelesi son derece etkiliydi. “Kadercilik” olarak tarif edilen durumun Doğu’ya ait bir özellik olarak görülemeyeceği Çin’in tavrıyla anlaşıldı. Çin, salgın karşısında gösterdiği dirayet ve çözüm üretme kapasitesi ile adeta meydan okudu. Bu da kültür ve medeniyet tarihçilerinin din bilim çatışması üzerinden geliştirdiği edebiyat hakkında çok önemli soruları gündeme getirmelidir.

Salgın Çin’i kasıp kavururken bütün dünya yeterli zamanı kazanmış oldu. Türkiye’nin Çin’de yaşayan vatandaşlarını getirirken gösterdiği hassasiyeti başka ülkelerin gösteremediği söyleniyor. İtalya gibi ülkelerin sorunu bilime inançsızlık, aldırış etmeme ve boş vermişlik değildir. Türkiye’nin salgın karşısında hızlı ve etkili adımlar attığından söz ediyorsak bunun mânâsını çözmeliyiz. Türkiye’nin başarısı Müslüman Doğu’nun kader ve tevekkül anlayışında bir değişime işaret etmez. Bu sığ bir yorumdur.

Başa geleni soğukkanlı bir şekilde karşılama manasındaki tevekkül anlayışının acziyet olarak görülmesi yanlıştı. AVM’lere koşarak makarnaya hücum etmek de dirençli ya da bilimsel bir duruma işaret etmez. Bugün dünden farklı olarak karar alma ve bunları tatbik etme bakımından bir değişim yaşadığımızı söyleyebiliriz.
Tevekkül, Müslüman Doğu’nun ibadethanelere ve din adamlarına sığınması anlamına da gelmiyordu. Tevekkül, inanmış bir mü’minin gönül huzuru ile rabbine sığınmasıydı. Kuşkusuz bu, imanın yansımasıydı. 