Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte coğrafî sınırlar çok katı ve aşılması son derece güç, ilişkileri sınırlayan bir duvara dönüştü. Kafkasya’da Kars’tan öteye geçmek artık imkânsızdı. Bu durum Kafkasya’da güneye doğru gittikçe İran’ı da kapsamak suretiyle Türkiye sınırları boyunca ticari, kültürel, siyasî ilişkileri kısıtlayan katı bir duvar örülmesi anlamına geliyordu.
Kuzey Kafkasya da dâhil olmak üzere sınırlarımızın hemen ötesinde yaşayanların kahir ekseriyeti Müslüman Türklerdi. Diğerlerinin de çoğunluğu da Müslüman’dı. Gürcülerin önemli bir kısmı Müslüman’dı, Ermeniler istisna olmak üzere gayr-i Müslimler dahi Anadolu Türk’üne düşmanlık göstermiyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın ağır mağlubiyetinden sonra coğrafî bağlarımızdan yalıtılma dönemi başladı. Hem Müslüman hem de Türk dünyasından uzaklaştık.
Bugün birçok kimse için İran denilince akla gelenler ile yüz yıl önce akla gelenler arasında epeyce bir farklılık olmalı. 1921-23’ten sonra Rıza Han idaresindeki yeni yönetimle birlikte İran’daki Türk egemenliği de sona ermiş oluyordu. İran’da İngiliz egemenliği ve daha sonra Amerikan hâkimiyeti bölgesel ilişkileri en alt düzeye getirdi. Bölge ülkelerinin kendi aralarındaki ilişkiler azalırken İngiltere ve Amerika ile bağımlılık ilişkileri arttı.
Yirminci yüz yılın başından itibaren Ortadoğu coğrafyasında İngiliz ve Amerikan nüfuzu sürekli artış gösterdi. Eğer bu süreci takip edecek olursak Türkiye, Mısır, Arap yarımadası, İran ve Kafkasya’nın birbirinden uzaklaşma serüvenini görebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nda ordularımızın Kanal hattından ve Basra Körfezi’nden uzaklaşması ile bölgenin İngiliz ve Amerika düzenine dâhil olduğunu görürüz. Filistin’e Yahudi yerleşimcilerin akın etmesi de yeni düzenin hangi temeller üzerine yükseleceğini gösteriyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki birkaç yıllık zaman içinde bütün bölgesel koşullar değişti. Osmanlı’nın izleri tamamen siliniyordu. Mehmet Akif’in Mısır’da yabancı bir ülkede hayatını geçirmek zorunda kaldığını söyleyenler daha birkaç yıl önce oranın bir Osmanlı ülkesini olduğunu unuttu. Yeni siyasî sınırlar coğrafî, kültürel, iktisadî sınırların katılığına işaret ediyordu.
Hâlbuki Osmanlı son anına kadar bu kopuşu engellemek için mücadele vermişti. Bağdat Demir Yolu’nun geçiş güzergâhı Misak-ı Millî sınırlarıyla örtüşür. İngilizlerin ele geçirmek istediği Halep, Musul, Kerkük, Bağdat ve Basra hattı da aynı yerdir. Bazı kimseler yüz yıl sonra aynı hatta fırtınaların kopmasını Amerikancı ya da İngilizci bir bakış ile görebilir. Yirminci yüzyıl başlarından itibaren yaşanan bütün olayları zincirin halkaları şeklinde takip ettiğimizde Balfour Deklarasyonu ile başlayan yeni dönemde Filistin ve İran’da yaşanan köklü değişimleri aynı bağlamda değerlendirmemiz gerektiğini anlarız. Tebriz’de İngilizlerin işlediği vahşet ile Filistin’de Yahudilerin işlediği vahşet aynı aklın coğrafî düzenleme ürünü olduğunun işaretidir. Zamanla Türkiye’nin sınırları Suriye ve Irak’ın kuzeyinde, Kafkasya dağlarında sabitlendi. Türkiye’nin coğrafî derinliği neredeyse yok edildi. Türkiye’nin Afrika, Hindistan, Uzak Doğu Asya, Orta Asya vs ile bağları koptu.
Balfour Deklarasyonu ile İsrail devletinin kuruluşu arasında sadece otuz yıl vardı. Bu çok hızlı bir geçiştir. Şah Rıza’nın Türk egemenliğine son vermesi ile Musaddık darbesi arasında geçen zaman da yaklaşık otuz yıldır. İsrail’in kuruluşu ve Musaddık darbesinden kırk yıl sonra Amerika’nın fiilî işgal yılları başlar. Olayları bir zincirin halkaları şeklinde takip ettiğimizde bölgenin adım adım ele geçirildiğini görürüz. Hem Doğu Akdeniz hem de Basra Körfezi batı egemenliğindedir. Türkiye Halep ve Musul’un kuzeyine atılmış ve oraya hapsedilmişti. Bu hattın kültürel ve coğrafî bir sınır olmadığı açıktır.
Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyinde, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar geniş bir hatta terör koridoru oluşturulma çabasına süreklilik içinde bakmak daha anlamlı sonuçlara ulaşmamıza imkân sağlayabilir. Amerika’nın 1991’den bu tarafa bölgedeki fiilî varlığını yirmici yüz yılın başından itibaren oluşturulan yapı çerçevesinde ele almak gerekir. Amerika İngilizlerin mirasını daha kuzeye taşımak istedi. İngilizler Filistin’de kurdukları bariyer ile Türkiye’yi Mısır’dan ve Afrika’dan tamamen koparmıştı. Aynı şekilde İran’daki değişimler de Asya ile bağlarımıza derin bir darbe vurmuştu. Amerika bu hattı daha da kuzeye doğru çekiyor. Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki terör koridorunun başka bir amacı yoktur.
Yirminci yüz yılda kendi coğrafyamızla bağlarımız kopuk bir hayat yaşadık. Amerika, İngiltere, Fransa, İsrail bu kopuk hayatın devamını istiyor. Onun için bahsi geçen alanda inşa ettikleri terör koridorunun imha edilmesini istemiyor. Türkiye, Cerablus’tan başlamak suretiyle çemberi kırdı. Elbab, Afrin ve İdlib yüz yıldır egemen olan bir sistemi bozdu. Fakat Amerika öncülüğündeki devletlerin Türkiye’yi hapsetme hedefinden vazgeçtiklerini düşünmek safdillik olur. Aksi yöndeki bütün yanıltıcı müdahaleleri bir tarafa kaydetmekte fayda var. Çünkü Türkiye, önündeki engelleri kaldırdıkça coğrafyanın harekete geçtiği görülüyor. Çünkü sınırların kültürel, coğrafî ve iktisadî olmadığı açıktır. Siyasî ve askeri amaçlı sınırları kaldırmak ise bölge insanın; Arapların, Kürtlerin, Farsların işidir. Türkiye yeniden örülmek istenilen duvarları yıkıp atacaktır.