Balkanlar söz konusu olduğunda klişeleşmiş “Balkanlardan gelen soğuk rüzgârın etkisi” cümlesidir elbette. Bunun hem esprisi yapılır hem de meteoroloji uzmanlarının diline dolanmıştır bir kere. Ancak havalar soğumaya başladığında burada artık soğuk rüzgâr değil; her ne kadar dağlık ve yeşilliklerle bilinse de, bundan böyle “kirli hava etkisi” demek daha doğru olacak gibime geliyor. Yıllardır, Kasım ayından itibaren neredeyse tüm kış boyunca baharları görünceye kadar kirli hava ile boğuşuyoruz. Sadece Üsküp değil, Kosova’nın başkenti Priştine de Bosna’nın Sarayevo’su da aynı kaderi paylaşmakta.
Acaba bu hafta hava kirliliğinde birinciliği kime kaptıracağız bilmiyorum. Ama listenin ön sıralarındayız. Üsküp vadi bir şehir, üç tarafında dağlar var, sisli havalar şehre oturduğunda rüzgâr dağlardan mıdır bilinmez ama bu havayı dağıtmakta pek güçlü değil. Şehrin etrafında daha çok uzun binalar inşa edildiğinden dolayı da eskilere göre temiz hava şehrin içine ulaşamıyor. Bu yılın Ocak ayında, ABD Büyükelçiliği twitter üzerinden bu konuya değinmiş, “Bugün Üsküp’te hava o kadar kirliydi ki büyükelçilik binasını bile zorla görebiliyorduk, Makedonya’da daha temiz bir hava için fikriniz nedir?” diye sormuştu. İlginç bir atışma olmuştu bu paylaşımdan sonra, mesela cevap hemen Rus Büyükelçiliğinden gelmişti. Aynen aktarıyorum cevabı: “ABD Büyükelçiliği’ndeki arkadaşlarımız Makedonya’daki hava kirliliği konusunda fikir arıyorken onlara bir çözümle yardım etmek istedik. ‘TürkAkımı’. Türk Akımı, Rus doğal gazını Türkiye üzerinden Yunanistan ile Makedonya’ya, oradan da Doğu Avrupa ülkelerine ulaştırmayı hedefliyor. ABD ise farklı alternatifler arıyor” şeklinde olmuştu. Çok ilginç değil mi, artık biz böyle bir bölgede yaşıyoruz, havamız kirli olsa da gayet “havalıyız”.
Ekoloji uzmanı değilim, hava kirliliği konusunda buna neler sebep olmuş, olmamış diye bir fikir yürütmek için işin uzmanlarını dinlerim, okurum. Türk akımı ile doğal gazın hava kirliliğine yararı olacağını okuduğumda açıkçası sevindim, belki hem vatandaşın bütçesini zorlamaz, hem de havamız temiz kalır. Haliyle başında “Türk” yazmasından da gurur duyarım. Ama en kısa zamanda bir tedbirin ve önlemin alınması taraftarıyım. Neden mi? Çünkü sağlığımız ciddi derecede zarar görüyor. Solunum yolları enfeksiyonları bayağı çoğalmış durumda, çocuklar temiz nefes almalılar. Kömür yakıtı pek kullanılmaz da genelde odun ile ısınanlar çoktu burada, ama insanlar biraz daha tembel artık. Elektrikli ısıtıcıları kullanan kullanana. Özellikle gece kondu mahallelerinde kaçak elektrik ile neredeyse bahçelerde de sobalar var. Şimdi kış aylarında trafolardan havai fişekler patlıyor sanırsın. Tek maaş ile faturaları yatırmaya çalışanlar ile kaçak elektrik kullananlar arasında büyük bir hesaplaşma olacak belli ki hesap gününde. İnsanlar bu konuda nedense pek duyarlı değil, ama sorsanız hak hukuk nedir, sana fetva vermeye başlarlar. Ancak elektrik direklerinden fışkıran ateş parçacıkları ile tutuşan ev çatılarını hatırlatsan ilk devleti eleştirirler. Hava mı kirli, insanlar mı kirlendi ayırt etmek gerçekten zor artık.
Havayı odun kirletmiyor, havayı insanların bu duyarsızlığı kirletiyor asıl. Ama uzmanlara göre kirli hava beyinde hasar oluşturuyormuş, partikül kirleticiler varmış. Yoksa bizler çocukluğumuzda odun sobalı evlerin içinde gayet rahat uyuyor, bedenimiz değil ruhumuz bile ısınıyordu. Tamam her şeyi bir kenara bırakayım, şimdi de biraz yine eskilerden kalan kış aylarından bahsedeyim. Hava zaten yeterince kirli. Aman partikülleri temiz tutalım ne olur ne olmaz.
O zamanlar havanın nasıl kirlendiğini bilmiyorduk elbette, ama gücün neye yetiyorsa yorganına göre de ayaklarını uzatıyordun. İklim biraz daha farklıydı elbette, kar yağışı bazen ekim ayından itibaren başlardı. O zaman da bunun keyfini dilediğimizce sürerdik. Sobalı evlerde eylül ayından odunlar satın alınırdı. Her evin önünde odun kesme makinesi sesi duyuldu mu, baltayı omuzuna atan evin bahçesinde odunları küçültmek için yardıma koşardı. Spor salonu mu istersin, sıva kollarını göster gücünü. İtina ile odunlar avludaki yerlerinde dizilir, tanıdıklar yardıma gelir, elden ele taşınır, tüm gün güzel bir egzersiz olurdu herkese. En kalın odunu da mart ayına saklardık tabi. Ocaklar temizlenir, sobalar kışa hazırlanırdı.
Şimdi sosyal medyaya bakıyorum da herkeste bir nostalji havası, sobaların üzerinde pişen kestaneler, yanlarında bir çaydanlık huzurun resmini paylaşan paylaşana. “Nerde o eski günler” paylaşımları gayet revaçta. Ama her ne kadar özlesek de yine de en kolayına kaçıyoruz. Elbette bazen şartlar ve bazı evler buna müsait değil artık. Ama o sobaların güzelliği sadece evi ısıtmak ile sınırlı değildi tabi. Üzerinde kaynayan çay, fırınında pişen bazen patates bazen de bal kabakları efsaneydi. Dışarıdan gelenleri önce kendi etrafına toplar, geceleri de içinde yanan odunların çıkardıkları ses ile ayrı bir hava katardı. Evet zahmetliydi, eski modaydı, annelerimizi uğraştırırdı, ateşi yakmak görevi sabah saat alarmı gibi uyandırırdı ev sahiplerini. Madem ateş yandı içinde ekmek de pişerdi.
Şimdi bunca rahatlığın ve kolaylığın yanında o dönem bizlere “özlenen” bir dönem olarak kaldı. Elimizdeki son model telefonlar ile huzurun resmini paylaşsak da eski model sobaları özler olduk. Havamız kirli miydi temiz miydi bilmiyorum ama tüm gün karlarda yuvarlansak da çizmelerimizin içinden ayaklarımıza su kaçsa da, ne alerjenlerle uğraşır ne de antibiyotik ile zehirlenirdik. İlaç satmak için önce hastalıkları icat eder oldular. Sonra huzur bozuldu işte. Oysa ki o dönemde hor görülürdü tüm bu eski moda sobalar, meğerse insanlar eleştirdiklerinin zaaflarını yaşıyorlarmış. Şehirdeki sis ve kirli hava şimdi hepimizi zehirliyor. Sadece onunla kalmıyor, insanlığımızı da huzurumuzu da bozmaya niyetli. Meğerse biz öyle çok güzelmişiz, kıskanılıyormuşuz aslında. Şimdi elimizden çalınan huzurun resimlerini paylaşıp nostaljiler ile avunmak kaldı bize, haştag huzur, haştag kestane, haştag ateş, haştag sıcak yuva…