Vaclav Havel… Tipik Türk aydını (Aman dikkat! Türk aydını değil.) Kadife Devrim tabirini olur-olmaz yerlerde kullanmakta bir beis görmez ama bu devrimin öncüsünü tanıma sorumluluğunu elbette hissetmez. Siyaset tarihi açısından önemi yadırganamaz 1989’daki devrimin ardından Havel, Çekoslovakya Devlet Başkanı seçilir. Ertesi yıl ise Cumhurbaşkanı’dır.
Çok geçmeden ülkesi bölünme aşamasına gelir. Ülkesinin kavgasız-gürültüsüz iki yeni devlete ayrılmasına da öncülük eder. Kanserden ölene değin ülkesinin hizmetindedir.
Havel benim için bu mu? Hiç de bile.
Ben Vaclav Havel deyince buradaki kişiyi, siyasetçi karakterini yani, ancak mesleğim gereği hesaba katarım. Benim için asıl Havel, Görüşme, Kutlama, Çağrı demek… Buruk Ezgi demek… Özellikle de Şeytan Çelmesi demek. Çünkü benim gözümde Vaclav Havel son tahlilde iyi bir çağdaş piyes yazarıdır.
Haksızlık mı ediyorum Havel’in siyasi kariyerine? Ne münasebet! Tersine, hakiki başarısını, muvakkat şöhretinin önüne almayı tercih ediyorum diyorum. Biri fani bilinilirliğe mebni çünkü. Öbürü ise hakiki kalıcılık demek.
Ahmet Davutoğlu’nun son kitabı Medeniyetler ve Şehirler’inden söz edeceğim bir yazıda Havel’i zikretmek kaçınılmazdı bana göre. Çünkü benim için Ahmet Davutoğlu, ne Türkiye Cumhuriyeti’nin eski Dışişleri Bakanı’ndan ibarettir, ne de eski Başbakanından… Ahmet Davutoğlu, Cumhuriyet Türkiyesi’nin yetiştirdiği hakiki düşünürlerden biridir. Ve hatta en önemlilerinden biri. Önemi, ilgilendiği konular kadar, o konularla ilgilenme yönteminden ve ulaştığı sonuçlardan gelmekte. Başka bir ifadeyle, Turgut Cansever mimaride, Mehmet Genç iktisat tarihinde, Halil İnalcık siyasi tarihte, Tanpınar edebiyat tarihinde, Şerif Mardin sosyolojide ne ise Ahmet Davutoğlu da medeniyet eksenli düşünce tarihinde odur.
Eksen kayması ve…
Medeniyet eksenli düşünce…
Piyes yazarı bir cumhurbaşkanı… Ne mutlu Çekler’e, değil mi?
Düşünür bir başbakan… Ne mutlu Türkler’e, değil mi?
Ne gezer… Fakat bu bambaşka bir mesele.
Söylemeye gerek yok. Elbette Çekler, bizimle karşılaştırılamayacak bir tarzda kendi düşünür siyasetçilerinin kadrini bilmekteler.
O yüzden de Ahmet Davutoğlu “hoca”nın Küre Yayınları’ndan geçtiğimiz günlerde çıkan Medeniyetler ve Şehirler adlı kitabını, emekliliklerinin ardından siyasetçilerin kaleme aldıkları Ben de Yazdım, yahut Gördüklerim tarzında bir metin sanmak büyük hata. Önümüzdeki kitap, danışmanların yahut devlet memuru metin yazarlarının elinden çıktığı hâlde falanca siyasetçinin imzasını taşıyan bir metin değil ki. Çünkü Ahmet Davutoğlu, fikri ve siyasi etkisi, iktidar koltuğunda oturma süresiyle sınırlı siyasetçilerden biri değil. O, ülkemizde medeniyet kavramını eksene almış, kadim ile bugünün irtibatını kurmakta mahir bir düşünür.
Çalışmaları kâh siyaset tarihiyle başlayan, oradan kültür tarihine kayan, çok geçmeden felsefe ve hikmet kıvrımlarını dolanabilen, ardından kadim bilginin günyüzü görmemiş furuatından devşirilmiş yepyeni açılımları, şahsi ve siyasi imbiğinden süzerek muhatabının alâkasına takdim eden istisnai bir düşünce adamı. O yüzden de siyaset adamlığı vasfının da, bu kulvarda elde ettiği sıfatlarının da, düşünce adamı vasfının önüne geçmesine müsaade etmez.
Kirletilmiş bir kavrama iadei itibar
Ülkemizin son 15 yıllık döneminde en çok kirletilen, en çok içi boşaltılan kavram, kuşkusuz medeniyet kavramı.
Evet, medeniyet kavramı, ahlâktan da, dürüstlükten de, ilke ve inkılâplardan da, hatta demokrasiden de fazla iğdiş edildi bu ülkede. Elbirliğiyle handiyse. Sağcısıyla, solcusuyla ve özellikle de İslâmcısıyla… Hele adını bu kavramla birlikte zikrettirmek için çırpınan çeyrek aydınların erozyonunu hesaba kattığımızda medeniyet dendiğinde içimizi bir iğrenmenin kaplaması kaçınılmazdı epeydir.
Ne ki bu kifayetsiz muhterisler yüzünden böylesi mühim bir kavramı zihin dünyamızdan dışlayacak değildik ya. Ulus devlet fikrinin ortaya çıktığı dönemlerden itibaren önemi kat be kat artan bu kavram, uzun zamandır kendisine hak ettiği itibarı kazandıracak zihni beklemekteydi.
Özellikle de Davutoğlu gibi soy düşünürlerin elinde aldığı yeni ve yerli içeriği dikkate aldığımızda, medeniyet kavramının kendisini ve önemini bir kez daha keşfetmek kaçınılmazdı. Elimizdeki kitap, başka birçok değerli katkısının yanında, işte bu vazifeye de hizmet etmekte ve köklerinden koparılan, başıbozuklaştırılan medeniyet kavramını aslına, esasına döndürmekte.
Sahiden de eldeğmemiş kitaplar
Evet, Ahmet Davutoğlu hoca, bir siyaset bilimci; malûm. Aynı zamanda iktisat da tahsil etmiş bir siyaset bilimci ama. Yakın ve uzak kültürlerin, medeniyetlerin, milletlerin siyaset ve kültür tarihleriyle gençliğinden itibaren yoğun bir biçimde ilgilenen; üstelik bu ilgilerini son derece önemli bir sorun çerçevesinde yeniden yorumlamaya çalışan bir düşünce adamı.
Daha üniversite öğrencisiyken sömürgecilik ile geri kalmışlık arasındaki ilişkiyi sorgulamak amacıyla çalışmalarını sürdürürken başvurduğu XIX. yy’dan kalma çok önemli bazı kaynakların sayfalarını ilk kez birbirinden ayırarak okumak durumunda kalır örneğin. İlginçtir, okuduğu ünlü üniversitenin öğrencileri kadar hocaları da böylesine mühim kaynaklara el sürme gereği duymamıştır o güne değin. Elbette başka araştırmacılar da.
Demek ki sorun yapısal değil, zihni.
Belki de ancak kendi kendini sömürgeleştiren biricik medeniyetin fertlerinde görülebilecek bir zihniyet sorunuydu bu.
O yüzden de genç Davutoğlu, şu üç tahlil düzleminde bu idrak meselesini ele almayı tercih eder: Varoluş idrakı, tarihi idrak ve siyasi idrak… Bunlar aynı zamanda bir medeniyetin üçlü sacayağı diye de kabul edilebilir.
Medeniyetlerin ben-idrakı
Elimizdeki kitap aslında yazarın, Stratejik Derinlik adlı ünlü eserinin yanında ve onun tamamlayıcısı niteliğinde yazmayı sürdürdüğü Tarihi Derinlik adlı eserindeki Osmanlı Şehirleri ismindeki bölümün genişletilmiş ve İslâm Medeniyeti ile ilgili veya ilgisiz büyük şehirlerle karşılaştırılarak ulaşılmış sonuçlarıyla başka bir boyut kazanmış hâli… O yüzden de kitaptaki bütün şehirleri şu başlıklar altında değerlendirebiliriz:
Tevhide dayalı bir ben-idrakının başka insanlık deneyimleriyle etkileşiminin derin izlerini taşıyan İslâm Medeniyeti’nin maddeye ve mekâna nakşı anlamına gelen Mekke, Medine, Kudüs, Kahire, İstanbul, Şam, Amman, Şiraz, Isfahan, Kurtuba, Gırnata, İskenderiye ve Merakeş gibi büyük şehirler…
Bu şehirlerle birlikte elimizdeki kitapta, New York gibi modern kültürün başkenti şehirlerin yanında, Roma, Delhi, Katmandu, Kuala Lumpur, Pekin, Venedik, Patalipura, Londra, Atina ve Berlin gibi farklı kültürlerin, farklı milletlerin farklı dönemlerde tarih sahnesindeki başrolüne tanıklık etmiş şehirler ele alınmakta. Ve elbette kendi içerisinde tutarlı bir tasnif çerçevesinde.
Kitaptaki bütün şehirler, ayrıca iki farklı tarzda ele alınmakta. Yazarın bizzat yaşadığı ve şahsi gözlemlerine, ruhi izlenimlerine dayalı değerlendirmeler. Kitabın ilk bölümünün içeriği, deyim yerindeyse eserin pratiğe de temas eden tarafı…
Bir de bunun yanında, yeni bir dünya düzeni fikrinin, hangi parametreler etrafında yeniden teşekkül ve eşyayı tanzim edebileceği meselesi çerçevesinde ele alınan, tarihi önemi haiz dünyanın bütün kadim şehirlerinin ve modern versiyonlarının tahlili niteliğindeki teorik tarafı…
Yazar kitabın ikinci bölümünde Weber’in kavramlaştırmasından hareketle kotarılan dünya şehir tarihi edebiyatına yönelik tenkitlerine yer vermekte; üçüncü ve son bölümde ise kendisine ait eksen şehir kavramını merkeze alarak esas konusuna yönelmekte ve sekiz başlık altında medeniyet ile şehir arasındaki ilişkileri değerlendirmekte.
İnsanlığın ortak cevabı
Yazarın Stratejik Derinlik adlı kitabı, İslâm dünyasının içine düştüğü siyasi çıkmazları, tarihi bir perspektifle masaya yatırıp ardından da bu sun’i ve çoğu zihni engelleri bertaraf etmenin siyasi ve fikri ipuçlarını barındıran bir perspektif sunmaktaydı. Medeniyetler ve Şehirler adlı çalışma ise tek bir medeniyetin monokültür anlayışını esas alan tahripkâr ve kendi kendisini imha edici hegemonyası yerine, medeniyetlerarası etkileşimi esas alan ve çoğulcu bir dünya görüşünün mekândaki yansımasına dayanak teşkil eder evsafta. Ve aynı zamanda o hegemonyaya bir cevap niteliğinde.
O yüzden de kitabın sayfaları arasında gezinirken kâh Baudelaire’in ruh burkan Paris’ine rastlarsınız, kâh Necip Mahfuz’un yaşanmışlık kokan Kahire’sine… Borges’in dünyanın farklı kültür yemişlerini bünyesinde barındırmaya gayret eden Buenos Aires’i de, batan bir dönemin son ışıklarını bünyesinde barındıran Yahya Kemal’in İstanbulu da, Kafka’nın Pragı da Medeniyetler ve Şehirler’de, kimileyin dolayımlı, kimileyin ise dolayımsız bir tarzda yerini ve anlamını bulabilmekte. Medeniyetler ve Şehirler adlı çalışma, İslâm Medeniyeti’nin mümtaz ve son örneği durumundaki Osmanlı’nın mirasını devralan Türkiye’nin yüklendiği tarihi ve coğrafi derinliğin de anlam haritasını barındırmakta aynı zamanda.