Taşra: ‘iç’in zıddı.
İlk ânda, zayıf, sığ, küçücük ve anlamı apaçık bir tabir izlenimi veriyor. Ne ki az-biraz eşeleyince aslında ne büyük bir belâya çattığınızı size hissettiriyor. Çünkü tasviri bir tabir gibi duran bu kelime, asla şişede durduğu gibi durmadığını hemencik belli ediyor. Kelimenin zaman içerisinde aldığı anlam, aslında bir itham. Evet, aşağılama barındıran içeriği, söylenen için de, kabullenen için de ittifakla aynen geçerli. Başka bir ifadeyle kişi, kendi taşralılığını bizzat ifade ettiğinde bile aynı küçültme sıygasını kabullendiğini beyan eder.
İlk bıraktığı izlenim, coğrafi bir tabir olduğu şeklinde. Ne ki taşra, hızla o coğrafi haritada kendisine biçilen yerin epeyce dışına taşmış; siyasete, iktisada, idariyata, matbuata, maarife ve daha pek çok içtimai mevzuata denk düşen anlam zenginliklerine ulaşmış. Galiba asıl anlam ve değerini arayacağımız sahalardan biri de ruhiyat. Taşra kavramının bu tarafını önceleyen bir bakışı muhafaza etmeye gayret edeceğim. Meselenin bu cihetini açımlamaya çalışırken de öbür sahalardan anlam ve örnek devşirmeye özen göstereceğim.
Taşra âdeta ‘batı’ kadar kaypak bir kavram. Öyle ya, neresidir Batı? Nerede başlar; nerede biter? Niçin sık sık yer değiştirir? Ortadoğu diye tesmiye ettikleri yerin göbeğindeki İsrail, nasıl sıklıkla Batılı sayılmakta da topraklarının bir kısmını içerdiği için en azından Türkiye hâlâ Batı’nın dışında tutulmakta? Son üç yüz yıllık kültürünün mühim bir kısmını devşirmesine, son yüzyıldaysa kendisini bu kültür havzasına tamamen bırakmasına ve tefekkür anlayışında tamamen çakışmasına rağmen üstelik.
Bu söylediklerim meselenin fikri tarafından çok, siyasi cephesine mebni. Belki taşra kavramını daha esaslı tebellür eden ufuk olgusuyla irtibatlandırarak düşünmek daha doğru. Ufuk dediğimiz şey de bizatihi değişken değil midir? Bir ân burada, bir ân şuradadır ufuk. Ele-avuca sığmaz; zaptedilemez, yakalanamazdır. Niçin? Çok basit: Doğası öyle. Siz ona yakınlaştıkça o sizden kaçar.
Peki, taşra da böyle midir? Ona yakınlaştıkça niçin ‘ben’i veya ‘biz’i oraya taşıyamıyoruz da taşrayı öteliyoruz?
O hâlde tam olarak ne ki bu taşra?
Taşra, en başta dışarı, dışarısı, dışarıdaki, dışlanan anlamlarına gelmekte. O hâlde içerisi neresi; içerideki kim ve ne demek?
Ayrıntılara geçmeden sorgulayalım: Günümüzde taşra ifadesi, çoğun çoğul anlamı öncelenerek kullanılır. Ama taşra, aynı zamanda niçin birey için de geçerli sayılabilmesin? Başka bir ifadeyle insan ‘ben’inin bir iç kabulü varsa bir taşra algısı da niçin bulunmasın? Daha önemlisi, ben kimdir? Çünkü taşra tabiri, düzayak bir benmerkezcilikten hareket etmek demek. ‘Ben’in bulunduğu yerden çevresini nasıl görüyorsa öyle değerlendirmesi, kişinin ben idrakinin gayrısını toptan taşra diye tesmiye etmesi demek.
Demek ki taşra, insanın aslında asla kaçamayacağı bir kader. Nerede bulunursak bulunalım, esasında biz, belli bir noktadan hareketle ve belli bir bakış açısıyla etrafımıza bakarız. Etrafımızdakilerle ünsiyet kesbettikçe ‘biz’leşiriz. Ondan sonra da ortak bir taşra tasavvuru inşa ederiz. Yine de esas şu: Bakan bendir, bakılansa taşra…
Demek ki taşra, ‘şimdi ve burada’dan, ‘şimdi ve oraya’ bir bakış… Dolayısıyla daha işin başındayken bile özünde bir öteleme kabulü saklı. Bu gözle baktığımızda, hiç de menfi bir anlam barındırmadığı söylenebilecek, tersine, naif ve yüceltici duygularla yazıldığı belli ‘Or’da Bir Köy Var Uzakta’ adlı ünlü çocuk şarkısında bile bir uzaklaştırma, öteleme, dışlama tutumunun gizlendiğini tespit edebiliriz. Benim zamanıma kadar ilkokullarda bıkmadan-usanmadan ısrarla söyletilen bu çocuk şarkısı, benim gibi birçoklarının da taşra algısını ciddi oranda zedeleyen dayatmalardan biri yazık ki. Olumlu bir dışlama gayreti bu elbette. Ne yani pozitif ayrımcılık oluyor da pozitif dışlama niçin olmasın ki!
Dikkatinizi çekerim, yalnızca Cumhuriyet Dönemi’nin değil, Tanzimat Dönemi’nin taşra algısı bir tuhaf. Bürokrasinin tavanı deldiği Tanzimat münevveranının ve memurininin ortak özelliği: Cezalandırılmaktan çok, taşraya sürgün edilmek korkusu… Çünkü cezanı yatar, çıkarsın. Biraz dinlenip aklanıp-paklanıp hatta. Ama ya taşra sürgünü? Hapisten bile daha çok tehlike arz edebilir. Meselâ hastalık… Olmadı serapa can sıkıntısı, değersizlenme hissi, muhatapsızlık korkusu, boğuculuk, vasıfsızlık… Ve daha niceleri… Salt İstanbul sevgisinden söz etmiyorum yani; daha çok İstanbul’un dışına, taşrasına dair menfi hisleri işaret ediyorum. Cumhuriyet nesline küçük bir hatırlatma: O dönemin taşrası, aslında bünyesinde birçok yabancıyı barındırmakta. Hem gayrimüslim anlamında, hem de gayrı-Türk.
Cumhuriyet ise taşraya yönelik bu menfiliği bırakın gidermeyi, handiyse kavileştirdi; mecburi hizmet adı altında. Üstelik ülkenin belli bir bölgesine odakladı. Hatta Cumhuriyet’in iki taşrası vardı artık:
1 – İstanbul, Ankara ve bazen de İzmir’in dışı.
2 – Özellikle de Doğu…
Geçmek mecburiyetindeyiz çünkü meselemiz bu değil.
Biraz da köken bilgisi…
Uygur Türkçesi’nde ‘taşırak’, kendilerinin yaşadıkları bölgenin kuzeyi anlamına gelmekte. Divanı Lügat’it-Türk’de taşranın karşılığı‘ha-re-ce’… Yani dış.
Orhun Kitabeleri’nde de geçen bir tabir. Taş-ırak, memleketten uzak demek.
Yine de 15. yy’dan sonrasının Türkçesi’nde gündelik hayattaki kullanımı o kadar da karışık sayılmamalı. Hatta fazla açık: payitahtın dışı. Yani İstanbul’un. Elbette buna İstanbul’un köyleri de dâhil. Meselâ Kanlıca… Saray mensupları için kullanıldığındaysa sarayın dışı anlamına gelmekte. ‘Taşra çıkmak’ azledilmek, görevine son verilmek demek.
Biliyorsunuz, Eski Türkçe il ve bunun zıddı el, yaşanılan yer ve bu yerin dışı anlamına gelmekte. Yani vatan ve gayrısı… Bütün anlam öbeklerini muhafaza ederek belirtelim, aşağı-yukarı taşra, vatanın içinde ama ele yakın demek biraz da.
Merkez asıldır zihnimizde, muhit arızi… Aynı zamanda taşra, geçici bulunduğumuz yerdir de. İl’e, yuvaya dönmek üzere taşraya gideriz. Gözümüz ve gönlümüz taşrada değil, ildedir. Çünkü taşra il’e değil, el’e dâhildir; yahut el’e yakındır. Yani taşra aslen bizdendir elbette ama biraz da ötekidir de. O yüzden daha işin başında mesafeyi hak eder.
Taşra, kalıcılığın zıddı aynı zamanda. Zamana meydan okuyan bütün kalıcı şeylerin her daim büyük şehirde yeraldığına dair o tuhaf yanılgıyı hatırlayalım. Sonra da meselâ İshakpaşa Sarayı’nı…
Taşra tabirinin zihnimizde hangi değer yargılarına denk geldiği, edebiyatta ve özellikle de sinemada ne tür karşılıklar bulduğu meselesine haftaya devam edeceğiz.