Taşra: ‘Biz’in Gayrısı

Tanzimat’tan itibaren Türk aydınının taşra algısında pek köklü bir değişiklik gözlemlenmediği tarzındaki bir tespit, yazık ki tahminlerin üzerinde bir oranda isabet kaydetmekte. Çoğu, belki de handiyse bütünü, bir-iki göbekten taşra kökenli aydınımızın bu tuhaf taşra düşmanlığının, haydi yumuşatarak söyleyelim, taşra sevmezliğinin sebebi nedir? Kendi kökünü inkâr şablonuna sığabilecek bir durum mudur bu yoksa daha derine inmeyi gerektirecek başka ipuçlarına da sahip miyiz?

Öte yandan Türk aydınının bilincindeki, (Bilinçdışındaki mi demeliydim yoksa?) taşra imgesinin, taşra hakikatiyle tenasübü ne mikyastadır? Kaçı taşrayı, kartpostal miktarıncanın dışında teneffüs etmiştir? Üstelik kendisinin hakikatini aynıyla gittiği yere taşımamayı becererek. Öyleyse tecrübi değil de tabii bir hazzetmezlik midir bu? Biraz daha somutlayarak sorgulayalım: Niçin taşra dendiğinde zihinlerde bir geri kalmışlık, hatta yabanıllık canlanmaktadır da, en azından köy imgesindeki gibi meselâ doğallık tarzından müspet kabuller canlanmamaktadır? Doğru, seçmek durumunda kaldığında Türk aydını, (Deminki mikyası kullanarak söylüyorum.) aslında daha az gelişmiş ve hatta daha fazla yabanıl köyü tercih eder. Tuhaf, evet.

Taşra imgesinin tebellüründe tarihin belhinde bir yerlerde ‘dışarı’ ile ‘dışlama’ arasında gizli bir kaynaşma yaşanmış adeta: Sıla iyidir, taşra kötü. Yahut biz iyiyiz, gayrımız kötü. Bu bakış açısının çoğulculluğu ortada. Birey üzerinden neye denk gelmekte aynı kabul? Ben iyiyim, öteki kötü. Öteki, yani sen! Buradaki ‘kötü’nün, yerine göre çirkin, yoz, değersiz, zayıf, hasta, bozuk, ahlâksız, çürümüş, vasıfsız, niteliksiz, yoksun, cahil, tembel, tekinsiz gibi menfi değer yüklü başka kabullerle yer değiştirebileceği açık.

Serapa kötücüllük mü yüklü taşra imgesi? Değil elbette! İnkâra hacet yok, taşra dendiğinde ilk ânda akla gelenleri, geri kalmışlık, darlık, kimileyin dar kafalılık, cehalet, sığlık, zevksizlik, inceliksizlik, tekdüzelik, olmamışlık, kabalık, yetersizlik, açlık, yabancılık, yabanıllık; hem kenarda kalmışlık, hem de köşeli düşünmecilik anlamında kenarlılık gibi sıralıyoruz. Yine de taşra dendiğinde peşi sıra kavramın çağrıştırdığı içtenlik, bozulmamışlık, sahicilik, sıcaklık, doğallık, sadelik, basitlik, uyumluluk, otantiklik, keşfedilebilirlik, açıklık ve hatta nezaket dahil bazı kurallardan azadelik tarzındaki nitelikleri de hesaba katmak durumundayız.

Demem o ki taşra, tanımlanması zor bir kavram. Belki de herkesin taşrası kendine özgü olduğu için.

Şu dışlamak, dışarılamak üzerinde biraz durmakta fayda var.

Dışlamak: Birini veya bir şeyi kendi dışında tutmak… Yani içeriye almamak, içselleştirmemek. İçselleştirmeye, ‘benim’semeye direnmek. Yabancılığını kaldırmayı reddetmek.

Dışarıda bıraktığımız, aynı zamanda hissetme mecburiyetinden de kurtulduğumuz şeydir. O şeyin yeri zaten orasıdır: dışarı! Ve bu tavırda da şaşırılacak yahut üzülecek hiçbir şey yoktur. Meselâ üstü-başı perişan Suriyeli çocuğa yaptığımız şey. Yanı başımızdayken bile aslında dışlarız onu. Taşradan çıkıp içeriye gelmesi, aramızda gezinmesi, onu aramıza aldığımızı varsaymamızı gerektirmez. Taşralıdır çünkü: yabancı. ‘Ben’in gözünde taşralılık muvakkat değil, asli bir durum demek ki. Yahut ‘biz’in.

Bulunduğum(uz) yerin ötesi… En yalın hâliyle taşra bu demiştik.

Eski Türkçe, yani Türkler’in ta Orta Asya’dan getirdikleri bir kelime. Kelimenin kökeninin Türkçe’ye değil de meselâ Arapça’ya dayanması muhtemel midir?

Şöyle: Arapça’dan dilimize geçmiş “tayş” diye bir tabir var. Hafif meşrep, hafif mizaçlı, kaba-saba, usûl-adap bilmeyen anlamına geliyor kelime. Birbiri üzerine denk gelen bu anlamlara bakınca şüphelenmemek imkânsız. Yine de “tayş” kelimesinin, tersine, Türkçe’den Arapça’ya geçmişliği de pekâlâ mümkün.

Günümüz intelijansiyasının kurutulmuş bataklık bitkileri miktarındaki Türkçesi’nin zıddına edebiyatımızda çokça geçen bir kelime taşra. İkinci Yeni şiirinin ikonik tabiri taflan gibi modası mı geçti peki şimdilerde? Sanmıyorum. Belki günümüz Türkiyesi için burası-taşrası şeklindeki tefrik imkânı ortadan kalktığı için. Başka bir ifadeyle günümüzde bütün Türkiye serapa taşra. Ademi merkeziyetçiliği böyle mi anladık yoksa? Muhtemeldir.

Türk Edebiyatı’nın taşrası demiştik. Bir resmi geçit temposuyla temas etmeyi deneyelim. İlkin taşrayı ‘dış’layanlar:

Nabizade Nazım’ın bundan 128 yıl önce yayımladığı Karabibik’i, gerçi Türk Edebiyatı’nda belirgin bir gerçekçilik kaygısıyla ve inandırıcılığa yakın bir ayrıntılama anlayışıyla köyün ve köylünün panoramasını çizmeye ilk kez sıvanmıştır ama teslim etmek durumundayız, Antalya’nın Kaş İlçesi’ndeki Beymelek Köyü’nün ve ahalisinin tasviri, belki ilkliğin getirdiği bir takdir sonucu kartpostal kokulu bir pastoral fondan ibaret kalmaktadır.

Peşisıra anılması zorunlu Refik Halid’in, Memleket Hikâyeleri ise büyüklük taslamayan ama dışarılayan bir tavırdan da tam manâsıyla kurtulamayan bir yaklaşımla dönemin Anadolu’sunu adeta hicveder. Metnin her satırına İstanbulluluk’un tekebbürü sinmiş.

Reşat Nuri Güntekin’in, Çalıkuşu’su… Türk Edebiyatı açısından ne muhteşem bir fecaat timsalidir. Türk gençlerinin ruhunu iğdiş etmeye devam eden roman, kolaylıkla tahmin edileceği gibi gerçeklikten kopuk, aşırı santimantal, aşırı ideolojik, inandırıcılıktan fazlasıyla uzak, temelsiz bir idealleştirme, hatta putlaştırma edasıyla inşa edilmiş bir taşra algısı barındırmakta. Yücelterek küçültme. Yine de okumaya tahammül edildiğinde, handiyse her satır başında ehram cesametiyle okurun karşısına dikilen gizli kabûl: Taşralı, adam edilmesi zorunlu varlıktır.

Yakup Kadri’nin, Yaban’ı ise Cumhuriyet dönemindeki taşra algısı bakımından önemli bir kaynak vasfı taşır. Yaban, bizatihi taşranın hikâyesidir. Öte yandan yaban, yani yazar, taşra ahalisinin gözünde taşralının ta kendisidir. Yine de Yaban Milli Mücadele sürecine odaklandığı hâlde ve yazarının olanca gerçekçi ifade gayretine rağmen, belki de bayraklaştırmaya sıvandığı içi boş ideal yüzünden taşraya tepeden bakmaktan (Tepeden ve dışarıdan.) bir türlü kurtulamayan bir roman: Anadolulu (Burada elbette taşralı…) bir nevi düşmandır. Belki de Yaban, daha sonra ulusalcılığın temeli durumundaki muhayyel ‘iç düşman’ algısının ipuçlarını serimleyen bir metin diye de değerlendirilse yeri.

Yargılamak yerine taşrayı ve taşralıyı iyi-kötü anlamaya sıvanan, taşraya baktığında kuraklığı değil, o kuraklığın bütünüyle örtemediği bilkuvve münbitliği gören edebi metinler haftaya kaldı.