Taşıyarak ihya mı, Taşıyarak imha mı?

Şehrinizde tarihi eser var mı? Veya ilçenizde, köyünüzde, semtinizde, mahallenizde, meselâ tarihi bir çeşme var mı? Veya taş mektep? Tekke yahut zaviye? Han-hamam peki? Hatta cami? Ne olduğu farketmez; tarihi bir eser var mı yakınlarınızda?

İşte bu yazıyı okur-okumaz, mümkünse bir arkadaşınızla birlikte hemen o tarihi eserin yanı başına gidiniz, biraz seviniz kendisini. Birbirinizin hatıra fotoğrafını çekin o tarihi eserin yanı başında. Olmadı, selfi falan çekin. Niçin mi? Çünkü sabahleyin hızlı adımlarla yakınından geçerken de, akşamleyin argın adımlarla dalgın dalgın yanı başından bedeninizi sürüklerken de içinize az-biraz huzur bahşeden o çeşmenin yerinde pek yakında yeller esebilir. Etrafına belediyenin yerleştirdiği çöp konteyneri yüzünden veya yoldan gelip geçenlerin attığı çöplerden dolayı tanınmaz hâle geldiği için size ancak az-biraz sükûn lûtfeden o çeşmeye bir ân önce veda etmelisiniz. Çünkü pek yakında onu o alıştığınız yerde bulamayabilirsiniz.

Yıllardır ilgisizlikten kendi hâlinde çürümeye terkedilen o çeşme, bildiğiniz gibi aslında yakınlarda bir tamirat da görmüştü; hatırlayacaksınız. Farkındasınızdır, mahallenizin çeşmesi asıl o restorasyondan sonra bir türlü belini doğrultamamıştı. Bir sürü aletle aylarca orasını-burasını kazıdıktan sonra daha bir fenalaşan çeşmeniz yine de hayatta kalmayı başardı ya, artık yeni eza ve cefalara hazır demektir.

Daha fazla “Neler oluyor yahu!” demenize gönlüm elvermiyor. Açıklayayım: Taşıyarak İhya adlı bir proje var şimdilerde üzerinde kafa yorulan. Henüz duymadınız mı? Mümkün. Fakat pek yakında başınıza bir değirmen taşı gibi çöreklenebilir. Tedbir alınmadığı takdirde elbette.

İlk ânda fikre bakınca sizi aldatacak kadar masum bir hava veriyor; değil mi? Adı yeter zaten: Taşıyarak İhya! Bir kere adında ihya var; yani en fazla hasret kaldığımız şey. Öyle ya, tarihi eserlerimizi ihya etmekten bahsediyoruz sonuçta. Demek ki işin şeytanı bile kıskandıracak hilesi de ihya kısmında değil, taşıma bahsinde. Bırakalım taşımayı, taşımadan, durduk yerlerinde tamirdi, restorasyondu derken harap olan, bitap düşen onca tarihi eser varken üstelik.

“Durduk yerde nereden icap etti şimdi bu taşıma işi?” diye sorabilirsiniz; haklısınız da. Hatırlatmama müsaade ediniz lütfen. Üzerinden çok geçmedi; Suriye’nin bizim topraklarımız sayılan Caber Kalesi’nde bulunan Osmanoğulları’nın atası Süleyman Şah’ın Türbesi, Başbakan Ahmet Davutoğlu döneminde, yine Suriye’de ama Türkiye sınırına daha yakın Eşme’ye taşınmıştı. Niçin? Ne idüğü belirsiz fakat türbe düşmanı, adı İslâm’lı ama İslâm düşmanı örgütün tehdidinden dolayı. Demek ki bir şeyin adı hayırlı fakat kendisi hayırsız olabiliyormuş.

Yine hatırlayacaksınız, Hasankeyf Barajı’nın altında kaldığı için Zeynel Bey Türbesi de bulunduğu yerden taşınmıştı.

Biraz daha eski bir tarihte de Antep’in Nizip İlçesi’ndeki Zeugma Kenti’nin bazı bölümleri, özellikle de biz Türklerin isimlendirmesiyle Belkıs Mozaikleri gibi birçok tarihi eser, bulundukları yerden taşınmış ve bir müzede korunmaya alınmıştı.

Üçü de içinde taşıma barındıran güzel örnekler. Şimdi bu hayırlı örneklerden nasıl böylesine bir şer çıkarılabilir ki?

Biz reddi miras anlayışıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında bazı vahim hatalar işledik: Tarihi eserlerimizi, durduk yerde imha ettik. Camilerimizi bile yıktık; bazılarının yerine de meyhane yaptık hatta. Neyse efendim, geldi geçti işte. Fazla eşelemeye hacet yok. Ne ki yurdun farklı yerlerinde o dönemlerde yıkılan birçok camiyi ihya etmek, bu projenin asıl amacı. Ne âlâ değil mi? Keşke! Fakat bu camiler, o tarihi eserler, geçmişte bulundukları yerlerde değil de, şehrin uygun görülen sit alanlarında, aynı isimle yeniden yapılacakmış. Taşıyarak İhya dedikleri de bu. Yani camiyi, tarihi eseri insanların hayatlarının merkezinden çekip, gezip-görülesi bir malzeme hâline indirgemek… İhya dedikleri de bu işte. Şimdi söyleyiniz bakalım, bir ihya mı yoksa bir imha mı?

Taşıyarak İhya’nın bir başka gerekçesi de şu: Hani sokağınızın ortasındaki o çeşme, mahallenizdeki o tarihi cami, yanı başındaki hazire, hatta o eski mezarlık, o bulunduğu yerden kaldırılacak ve şehrin dışındaki sit alanına, deyim yerindeyse gömülecek. İyi de o tarihi eserler, kime ne yapıyor da böylesi bir muameleye maruz bırakılıyor? Çünkü efendim, hani mahallenizdeki o tarihi cami var ya, dikkat ederseniz bir ucu azıcık yola girmekteydi, değil mi? İşte bu yüzden efendim! Ne yani cami dediğiniz mübarek yer, hiç yola tecavüz eder miymiş? Dudağınız uçukladı, değil mi? Hâlbuki o yol yapılırken o cami, o çeşme, o taş mektep zaten oradaydı. Zamanında yolu tarihi esere göre tayin etmektense şimdi yola göre tarihi eseri, bulunduğu yerden tarihin mezarlığına taşımak…

Mübarek bir tarihi emaneti, adı hayır, kendisi şer dehşet örgütünün saldırısından kurtarmak nerede, yolu daraltıyor diye bir camiyi insandan soyutlayıp şehrin dışına taşımak nerede? Sular altında kalmasın diye farklı devirlerden kalma sanat eserlerini çürümekten kurtarmak nerede, bizi büyük şehirlerin betonarme çirkinliklerinden biraz olsun kurtaran, gözümüzü-gönlümüzü sürura boğan tarihi eserleri sit alanlarına taşıyarak insansızlaştırmak nerede? Her şehirde büyük bir ihtimalle yegâne güzel yapı durumundaki tarihi eserleri şehrin dışındaki sit alanlarına taşımanın, aslında her birini Miniaturk’teki gibi maketleştirmekten farkı ne?

Bir ân için İstanbul’u tarihi eserlerden soyutlayarak, özellikle de camilersiz tasavvur ediniz. Zevksiz, tasarımsız, inceliksiz, kültürsüz, kimliksiz, kişiliksiz bir yapılar kumkumasının içinde boğulacak hâle geldiniz, değil mi? İşte Taşıyarak İhya Projesi hayata geçirildiğinde içinde yaşayacağımız İstanbul, böyle bir yer hâline gelecek: Ankara’dan beter distopik bir Nazi kampı.

Hangi arada tarihe bu kadar düşman hâle geldik biz?