Tarih mahkemesinde yargılanma

Geçen yazımızda Batı’nın çifte vatandaşlık hakkı tanıdığı Osmanlı gayrimüslimleri eliyle coğrafyamızda iktisadî üstünlüğü ele geçirdiğini yazmıştık. Bu üstünlük zaman içinde yerli tüccarı, ticaret hayatında edilgen bir konuma sürüklemişti. Yirminci yüzyılda yerliler arasından devşirilen ticaret erbabının Batı tarafından kabul görebilmesi için millî vasıflarından arınması gerekiyordu. Bu sınıfın içinden çıktığı topluma karşı herhangi bir aidiyet hissetmemesi Batı hegemonyasının sertliğinden kaynaklanıyordu. Türkiye’ye hâkim olan sistem buydu.

1980’li yılların ikinci yarısından itibaren FETÖ’nün Batı hegemonyasındaki tüccar sınıfı ile yakın temas sağlaması tesadüf değildi. Türkiye’nin Batı etkisinden uzaklaşmaması için FETÖ’nün sistemle bütünleştirilmesi gerekiyordu. Daha o yıllarda, bütünleşmiş iktisadî yapının önceki aktörlerinin FETÖ ile herhangi bir çatışma içine girmemiş olması oldukça anlamlıdır. Çünkü sisteme dâhil edilmesi gerekli olan yeni üyeler, muhalif yerli ve millî güçlere karşı alternatif bir hareketi temsil ediyordu. Batı’yla bütünleşmiş eski sınıfın, muhalif yerli ve millî güçler karşısında gerilemesi mukadderdi. Bunun için küresel sistemle uyumlu hareket edecek yeni oyunculara ihtiyaç vardı. FETÖ’nün ticarî alanda faaliyetleriyle öne çıkması ve hareketin merkezine ticareti yani parayı yerleştirmesi de emperyalist düzen içindeki konumunu gözler önüne serer. FETÖ’nün daha bidayatte yerli ve millî unsurlarla arasına bir çizgi çekmesi ve her vesile ile kendi farkını belirginleştirmesi küresel sistemle bütünleşme gayretinden kaynaklanıyordu.

Bugün bazı köşe yazarlarının muhafazakâr kesim genel başlığı altına FETÖ elemanlarını dâhil etmesi ya cehalettendir ya da bilinçli bir şekilde kafa karışıklığını sürdürme gayretindendir. Geçmişte yaşanılan birçok örnek bu yapının içinde yer alanların, millî ve yerli güçlerin karşısında konumlandığını gösterir. Başörtüsü yasaklarının acımasızca uygulandığı 1980’lerin ikinci yarısında Feto’nun bu yasakları protesto edenlere karşı çok açık bir tavır alması sosyal tabanın çok erken bir dönemde ayrışmasını beraberinde getirdi. Nitekim aynı şahıs ve örgüt, I. Körfez Savaşı’nda da doğrudan İsrail ve Amerika yanlısı bir siyaset takip ederek hem kendi tabanının mutlak bir ayrışma yaşamasını temin etmiş hem de küresel sermaye karşısında kendini kanıtlamıştı.

Küresel emperyalizmin yeni oyuncularla anlaşması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşmiş vesayetçi düzenin sürdürülebilir olmamasındandı. Yerli ve millî muhalefet gittikçe güçleniyor, yeni ve adil bir düzen talebi geniş bir kesimde yankı uyandırıyordu. Üstelik yeni bir düzen arayışı Batı’da üretilmiş ideolojilerin yedeğinde değildi. Batı yörüngesine girmiş ve Batı değerleriyle bütünleşmiş grupların hâkimiyeti bu dinamizm karşısında çökecekti.

Türkiye, 2001 ekonomik krizinden sonra millî varlığının fiilen tehlikeye düştüğünü gördü. O günkü büyük ekonomik kriz Batı ile kurulan derin ilişkilerin neticesinde yaşanılmıştı. Üstelik her ekonomik krizden bir şekilde kârlı çıkmayı başaranlar bizzat büyük krizin müsebbipleriydi. Sermaye sınıfının ülkenin genelinde derin bir mahrumiyete sebep olan ekonomik krizden büyük kazançlarla çıkması da krizlerle onların kazançları arasında doğrudan bağ olduğu gerçeğini gözler önüne seriyordu. Bu krizden sonra Türkiye’nin antiemperyalist bir siyaset takip etme yönünde karara varmış olması Batı’ya yönelik basit ve temelsiz bir meydan okuma değildi. Bu kararın hemen arkasından milletle bütünleşme yönünde atılan adımlar yeni siyasetin derin karakteri hakkında bir fikir verir. 2008’de küresel ölçekte yaşanılan ekonomik kriz Türkiye için fırsattı ve antiemperyalist siyasetin iyice ete kemiğe bürünmesi de bu krizden sonra gerçekleşti. Batı emperyalizmi karşısında geliştirilen siyasetin FETÖ ile çatışması kaçınılmazdı. FETÖ’nün dershaneler üzerinden kurduğu vekâlet hâkimiyetine karşı müdahalenin bu dönemde gelmesi antiemperyalist siyasetin, muhataplar tarafından da görülmesini sağladı. Zaten Türkiye karşıtı büyük hamleler de bu dönemden sonra geldi.

MİT Tırları üzerinden Türkiye’ye yapılan müdahale yukarıda izah etmeye çalıştığım süreç göz önünde bulundurulmadan anlaşılmaz. Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde takip edilen yeni siyaset sadece Türkiye içinde karşılık bulmuyor. Türkiye’nin kararlı tutumunun, neredeyse bütün yakın coğrafyada önemli değişimleri tetikleyebilecek bir öneme sahip olduğu kısa zamanda görüldü. Batı emperyalizmi, FETÖ’nün ve temsil ettiği vekâlet hâkimiyetinin dar bir alana hapsedilmesini hazmedemedi. 15 Temmuz darbe girişimi, Batı emperyalizmi adına bir yarma çabasıydı. Fakat başaramadılar. Gayrimüslim ticaret erbabıyla başlatılan iktisadî hâkimiyet de büyük bir darbe yemiş oldu.

Kılıçdaroğlu ve ekibinin “adalet” için yürüdüğü söyleniyor. Adalet, bir maskedir ve Batı yıllarca maskeli yüzle dolaşmayı âdet edinmiştir. Şimdi bu maskeyi kullanmaya meraklı birçok kişi ortaya çıkmaya başladı. 15 Temmuz sonrasındaki gelişmelerin, yani terörle ilişkisi tescillenmiş FETÖ’nün üzerinde kurulan baskının hazmedilmemesi Batı emperyalizmi adına hareket edildiğini gösterir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı uluslararası mahkemelerde yargılatma isteği başka türlü izah edilemez. Batı hegemonyasının sürdürülmesi adına gerçekleştiği ayan olan bir darbe girişimine katılan ve destek olan kişi ve grupların yargılanması tabiî bir sonuçtur. Başka türlü olsaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin saygınlığına gölge düşerdi.

Endişe etmeyin, oyun oynanmıyor. Bu, bir tiyatro da değil. Hepimiz, tarih mahkemesinde yargılanıyoruz.