Tanrılık hasreti

Porto Riko sınırlarında, yeşilliklere gömülü tropikal bir ada ve adada saklı, insanın istikbalini belirleyen çalışmaların yapıldığı bir laboratuvar… İnsan biyolojisinin yaradılışından getirdiği sınırlılığı ile makinelerin sınırsızmış gibi görünen geliştirilebilirliğinin ortak imkânlarını birleştirmeyi ve eski ifadesiyle biyonik adam ‘yaratmayı’ hedefleyen bu laboratuvar, nihayet insan bilincini bir robota aktarmayı başarmıştır.
Keanu Reeves’in büyük bir beceriksizlikle ‘canlandırdığı’ sinirbilimci William Foster, yıllardır sürdürdüğü çalışmasında olağanüstü bir ilerleme kaydetmiştir. Artık neredeyse o kritik eşiğe yaklaşmıştır: bir ölüden alarak dijitalize ettiği bir insan beyninin verilerini bir bilgisayara aktarma ve birkaç dakikalığına bile olsa ölen kişiye, makine bedeni içerisinde yeniden hayat verebilme.
Ama insan bilincine kavuşmuş makine yahut makine bedenine hapsedilmiş ruh, bu yeni varlığını şiddetle reddetmiştir. Bu acı durum, insan mahsulü yeni yaratığın sorduğu ilk sorudan bellidir: Ben kimim?
Sinirbilimcinin ifadesiyle “Bir şeyler sentetik beynin gerçek bilince ulaşmasını” engellemiştir. Karısına göre belki de ruhtur bu engel; sinirbilimcimize göre ise sadece nörokimya.

İnsan Denen Meçhul
İnsanı insan yapan şey fiziki çerçevede izah edilebilecek malzemelerden mi ibarettir yoksa ortada izahı gayrı kabil başka şeyler de var mıdır?
İnsanın kendisini maddeden ibaret saymasının getirdiği kabul çerçevesinde yeni bir beden, yeni bir benlik demekti. Öyle ya, bilinç ile kabuller, alışkanlıklar vs. insanın ben idrakini teşkil etmekte merkezi bir hüviyet arz etmesi bakımından tahfife gelir şeylerden midir?
İnanç ve dinden bağımsız bir şekilde, günümüz anlayışına göre insan denilen yaratığı öbürlerinden ayıran merkezi fakülte bilinç sayılmakta. Hâlbuki pek yakın bir zamana kadar Ehli Kitap dediğimiz kişilerin ortak kabulüne göre ise bu merkeziyeti bilinç değil, his tayin etmekteydi. Her ne kadar hisse yükledikleri anlam birbirine mutabık değilse bile bu böyleydi. Ve bu merkezi öğeye, yine din, inanç, felsefi görüş ve benzeri sebeplerle zaman zaman nefs, can, akıl ve ruh gibi farklı adlar da verilebilmekteydi. Fakat kastedilen aynıydı: İnsanın görünürünü de belirleyen o görünmez kudret.
Evet, mevzumuz gene insanın en büyük meselesi: İnsanın anlam arayışı… Yahut insanın bu bitimsiz anlam arayışının yoldan çıkmış hâli diyebileceğimiz tanrılık iddiası.

Tarih, Şimdi ve Gelecek
Bu mevzuda Kitap’larının defaatle ikazını kulak arkası etmeyi seçen bir tavırları var, Müslümanların da öbür insanların gittiği yolu takip etmeyi seçen. Onlara göre sanki tanrılık iddiası sadece Firavun’a, Nemrut’a ve benzerlerine mahsus. Hâlbuki klâsik/geleneksel insanda tanrılık iddiası, ancak belli şartlarda ortaya çıkabilecek bir sınırlılık arz ederken, modern insanda bu iddia, zamanımızın şahsiyetlerinin olanca sefaletine ve imkânlarının kıtlığına rağmen garip bir umumilik teşkil edebilmekte.
Müslümanlar ne diye böyle gaflet sergilemekteler? Tanrılık iddiasının ve bu iddianın doğurduğu felâketin yaşanmış-bitmişliğine inanırlarsa kendilerinin tanrılık iddialarından kurtulduklarını rahatlıkla varsayabilecekleri zannından mı?
Hâlbuki Kitap’ta bunca tekrar edilmesine rağmen tanrılık zehabı, farkına varıp mücadele etmedikçe her insanın imtihanının öğelerinden biri. Bu açıdan baktığımızda sanatın yaratma iddiaları ne denli naif kalıyor.
Ve sanatkârın.

Büyük Uyku
Galiba birileri bizi son hız bu dehlize doğru sürüklüyor. Aslında bu cümlede, Müslümanlar dahil bütün insanları, daha doğrusu insanlığı süratle geri dönülemezmiş gibi görünen bu dehlize sürükleyenlere haksızlık etmiş bulunuyorum. Öyle ya, herkesin bildiği ifadeyle yetinelim, İnsan 2.0 ideali etrafında yapılan çalışmalar çoktan nazariyattan çıkıp fiiliyat aşamasına geldiği hâlde sahici bir itiraza rastlayabilmekte miyiz? En büyük itirazın gelmesi gereken Müslümanlar, meselenin kendisinden bile bihaberliği tercih etmeyi sürdürürken…
Biz bir taraftan gafletin tadını çıkarıyoruz, öbür taraftan da bizi her daim hüsrana sürüklediğini gördüğümüz hislerimizden nihayet kurtulmanın erken sevincini yaşıyoruz.
İster adına golem diyelim ister mekanik insan, biyonik adam, Android veya siber-insan, fark etmez; insanın insan yaratma azim ve gayreti son hızıyla devam ediyor. Bu başarıldığında insan, o en büyük gayesine, tanrılık makamına, bir daha inmemecesine oturacak çünkü. Yaratılan insandan yaratan insana geçecek.
Bu durumun bütün kâinat için ne anlama geldiğini, Alman Harbi’nden sonra dünyaya yapılanlara bakarak anlamak zor olmasa gerek. Dolayısıyla (Meramımın kastını hususen daraltarak söylüyorum) bana göre ortada çevre sorunu yok; tersine, vahim bir insan sorunu var: Anlamından, misyonundan ve gayesinden uzaklaşmış insanın, çevresine ve hemcinsine ettiği fenalıklar.

Bir Klişe Yığınının Çağrıştırdıkları
Replikalar filmi bu ve benzeri mevzuları ele almanın uzağından bile geçmiyor.
Aslında film, başrolünü yine Keanu Reeves’in üstlendiği 1995 tarihli Johnny Mnemonic’teki el-kol hareketleriyle hologram ekran kullanma sahnesi gibi türün sayısız klişelerinin replikalarıyla dolu. Buna rağmen filmin hiçbir yaratıcılık barındırmayan, hatta türe küçücük bir katkı bile sunmayan akışı boyunca izleyicisinde, insanın mahiyetine dair kimi temel kaygıları tetikleyebileceğini söyleyebilirim.
Evet, filmin başarısı değil bu. Tersine, ancak izleyicinin gayretiyle gelişebilecek bir süreçten söz ediyorum. Chad St. John’un senaryosunu yazdığı ve Jeffrey Nachmanoff’un yönettiği film, aslında Yeşilçam tadında bir bilim-kurgu.
Kötü bir film de nitelikli çağrışımlara zemin hazırlayabilirmiş demek ki.