İnsan takdir görmeden edemeyen bir varlık.
Hatta insanı takdir ile tekdirin arasındaki bir berzahta med-cezir girdabına mahkûm âddetmek gerek. Öyle ya, bu birbirine tezat iki tavırdan birine muhatap kaldığımız handiyse her durumda ötekini de gizliden gizliye meclise davet eden ve ona göre vaziyet alan da biz değil miyiz? Misâl: Hem müştekiyizdir tekdirden, hem de birçok durumda vazifelerimizi, sırf bu acı ilâçtan tatmak için aksatmadan duramayız; ters psikoloji dedikleri… Aynı zamanda her takdirin, istikbal için bir tamah tuzağı barındırdığını sezinlemez miyiz?
İşin tuhaf yanı, ilk ânda görülebileceği gibi takdir her daim teşvik tesiri, tekdir de menfi tesir sahibi bir baltalama etkisi barındırmayabilmekte. Beherinin yolaçtığı intiba ân, vaziyet, vakıa ve başka saikler doğrultusunda değişiklik gösterebilmekte.
Yine de insan, gerekli-gereksiz, olur-olmaz her yerde gizliden gizliye gözünü takdire dikip de bekleyemeden edemez.
Cefa Gemisi Neyle Yürür?
Beni Âdem’in bu cefa gemisini takdir peyniriyle yürütme zaafı onun kabahati değil; yaradılışı böyle. Gözümüzü ne denli sıkı kaparsak kapayalım, yine de görmezden gelemeyeceğimiz hakikat şu: İnsan takdir edilme arzusu sayesinde rezil de olabilmekte, vezir de.
Biraz dikkat ettiğimizde farkedebileceğimiz gibi insanın yaradılışından beraberinde getirdiği ve ilk ânda zaaf gibi görünebilecek birçok meziyeti, aslında aynı zamanda insanı erdeme taşıyan vasıflarından.
Takdir görmek için doğarız (Yahut bu fıtratla doğduğumuza inanırız.) ve anne-babamızdan veya en yakınımızdakilerden daha fazla takdir görmek için beslenir, daha da çok takdir görmek için ilk adımlarımızı atarız. Onların destek ve takdirlerini gördükçe, bir yerlere tutuna tutana daha uzaklara gider ve geri dönüp ebeveynimizden gülücüklü bir takdir daha bekleriz. Düşe-kalka ilerledikçe daha fazla takdir görürsek, neticede gördüğümüz takdirlerin daha da büyüğünü tadabilmek için de konuşmayı öğreniriz. Bir de, zihnimizi başkalarını takdire hazırlamak için. Her takdir ifadesinde asıl büyük takdir ikramiyesini takdirkârın kazandığını bir şekilde sezinlemişizdir çünkü.
Bekledikçe Büyüyen Beklenti
Takdir görmek için öğreniriz. Ve öğretiriz.
Ne yaparsak yapalım, ucunda hep bir takdir beklentisi…
Vakti saati geldiğinde bu sefer anne-babadan daha üst mercilerin takdirine talip oluruz: Yüce ruhların, şamanların, ataların ruhlarının, tanrıların, tanrının veya Hakk Tealâ’nın.
Takdir ümidi beslenen merci toprak seviyesinden yukarı doğru tırmandıkça ümidin de aşağının kirlerinden belli bir miktar temizlendiğine şahitlik edebiliriz. Hem hemcinse yöneltilen ve hem de hemcinsten beklenilen takdir ifadeleri, nihayetinde topraktan gelme ve o seviyeye yapışık bir varlığın anlaşılabilir küçüklüklerinden. Ama manevi takdir beklentisi, içinde barındırdığı safiyet ve asliyet miktarınca kıymet hükmüne malik.
Ruhunu yukarı çeviren her insandan kendi acziyetini teslim beklentisi elbette boş bir ümit. Ne ki insanın hakikatini yine de ancak bu nevi insanların arasında bulabilmek imkânına sahibiz.
Takdir ile Tekdir Arasında
İnsanlık tarihi de bir bakıma takdirlerin ve tekdirlerin tarihi…
Kimi yerli yerindedir bu takdirlerin; muhatabını uçurur, kimiyse hakkedilmemiştir, muhatabını göçürür. Öte yandan, takdirle coşan kadar tekdirle azmeden de vaki.
Yine de meselenin mühim tarafı şurada: İnsanoğlu tarih boyunca hep bu takdir edilme beklentisi üzerinden köleleştirilmiştir.
Modern zamanlarda da. Belki eskisinden daha çok, şimdilerde.
Uluslararası ilişkilerde mühim bir ayrıntıdır: Kimileyin casusluk etmesi için kişiye yüksek paralar teklif edilmesine, filmlerdeki gibi çoluk-çocuğunun kaçırılmasına hiç de hacet kalmaz. Birkaç isabetli övgü cümlesi bile bir vatanseveri yabancıların huzurunda hızla kendi hükûmetini, zamanla da kendi devletini eleştiri evresine taşımaya yeter de artar bile.
İnsanın en derinlerindeki zaaflarını okumanın ve icap ettiği şekilde suiistimal etmenin fennine vakıf avcılar da zaten gerisini kolaylıkla getirir. Bir de bakmışsınız, dün bayrağı için canını feda etmeye hazır o kişi, bugün o bayrağı zihninde en adi bez parçası hâline getirmiş de farkında bile değil.
Yine de burada mühim bir husus var. İnsan kendisini övene karşı alttan alta, hatta kendisinin bir ömür farkedemeyeceği kadar derinden bir zaafiyet beslemeye başlayabilir. Ama her durumda değil. Meselâ insan yaşça, mevkice, iktisaden veya eğitim bakımından kendisinden aşağıda bulunanın iltifatına pek itibar etmez. Her zaman mı? Değil! Ancak manen çok aşağılaşmış insanların bu çeşit iltifatlardan koltuklarının kabardığına şahitlik ederiz.
Yukarıdan Gelen Takdir
Demek ki insan üzerinde ciddi miktarda tesir uyandıracak iltifatın veya takdirin, herhangi bir yerden değil, yukarıdan gelmesi şart. Yahut yukarı kabul edilen merciden.
Hatta bu hakiki veya zanna dayalı yukarıdalık mesafesi arttıkça kişinin üzerindeki muhtemel tesir kudreti de artabilmekte.
İşte bu yüzden yerli-yersiz, hakkedilmiş ve hatta hakkedilmemiş her takdirle içimizde bir yerler, tavus kuşunu kıskandıracak denli bir kuşatıcılıkla kabarmadan duramaz. İlginçtir, takdir gören kadar takdir eden de bu iç kabarmasını kendi hakkı sayar. Öyle ya, muhatabına nispetle takdir makamına oturmayı hakkeden kendisidir asıl.
Her ne kadar biz takdiri müspet bir şey görmeye meyletsek de aslında takdir, iki tarafı da kesen bir kılıç. Hatta şöyle iddia etmemiz kabil: Takdirin bir adım sonrası haset, tekdirin ise bir adım evveli.
Her şeyin zıddıyla kaimliği ilkesini hesaba katarak ifade edelim: Takdirin bir adım sonrası tekdir iken, tekdirin arkaplânı ise gizli bir takdiri ustalıkla saklar.
Her takdir, hakikatiyle istikbalde tezahür edecek bir rekabet ilânından ibaret.