Katalonya’nın İspanya’dan ayrılma ve bağımsız bir devlet olma yönünde karar alması ve bunu hayata geçirmek için harekete geçmesi yıllardır “Avrupa’nın biricikliği” üzerine söylevler verenler başta olmak üzere herkesi tuhaf bir boşluğa sürükledi. Boşluk sözünü özellikle Avrupa hayranlarını veya kavramlar dünyasını tamamen Batı eksenine borçlu olanları tanımlamak için kullanıyorum. Katalonya’nın İspanya’dan bağımsızlaşma talebi tekil bir örnek olsaydı arızî bir durum deyip üzerinde durmazdık. Üstelik Katalonlardan başka bağımsızlık talebinde bulunan birçok örneğin ortaya çıkması, Avrupa’ya dışarıdan dayatma ya da teşvik ile açıklanacak bir gelişme de değildir. Tam aksine “Avrupa tarihinin biricikliği” ile açıklanması gerekli bir gelişmedir.
Batı Avrupa, sömürgecilik ve emperyalizm çağlarında teknolojik üstünlükle bütün dünyayı dize getirmiş ve olağanüstü bir refah düzeyine ulaşmıştı. Bu başarı onlara, ulaştıkları refahı kendi ülkelerinden farklı gelir gruplarıyla paylaşmalarına imkân tanıdı. “Kapitalizm uyanmış” ve servetin bir kısmını paylaşmada sakınca görmemişti. “Millî bütünlüğü sağlamakla” sömürgecilik başarısı arasındaki doğru orantıyı görmemiz gerekir.
Fakat şimdi yeni bir durum var; artık bir zamanların sömürülen ulusları, ülkeleri, coğrafyaları kolay lokma olmadıklarını göstermeye başladılar. Onları kolay lokma olmaktan çıkartan süreç Batı Avrupa’ya rakip olabilecek güç merkezlerinin oluşmasına imkân tanıdı. Avrupa’da ayrılıkçı siyasî hareketlerin ilk önce zengin bölgelerde serpilmesi ile emperyalist siyasetin etkisizleşmesi arasındaki bağı görmek gerekir. Zengin bölgeler zenginliklerini göreceli fakir bölgelerle paylaşmak istemiyor.
“Avrupa tarihinin biricikliği” tezi Avrupa’nın kutsanmasından başka bir şey değildi, Avrupa adına sömürgecilik çağının bütün çirkinliklerinin üstünü örtüyor ve de sömürgecilik siyasetini meşrulaştırıyordu. Bu tezler, zihinleri dönüştürmek ve gerçekliğin onların istedikleri biçimde algılanmasını sağlamak amacıyla üretilmişti. Şimdi ise gerçekliği dönüştüren zihnî kurgular, gerçekliğin yeniden ortaya çıkmasıyla hükmünü kaybetmeye başladı. Bu, hem “Avrupa başarısı”nın mimarları için hem de bu başarıya perestiş edenler için geçerlidir.
Avrupa’yı doğuran Orta Çağ’dı. Avrupa’da yaşayan milletlerin, toplumların; kültürel, siyasî vs. kimlikleri, belleği Orta Çağ’da şekillendi. Bu, yüzlerce yıllık bir zaman diliminde meydana gelen bir hadisedir. Maddî üstünlüğü kaybetme ihtimali belirmeye başladıktan sonra kendini şekillendiren dönemin tepkilerinin ortaya çıkması anlamsız değildir. Avrupa’da birçok bölge insanı kendini ve hadiselerin gelişme süreçlerini yorumladıkça kimliğini oluşturan dönemin kalıplarını hatırlayacak ve ona göre tepkilerini geliştirecektir ve bu yayılarak devam edecektir.
Alman eksenli Avrupa Birliği, geçmişin büyük devletlerinin, imparatorluklarının siyaset etme tarzından farklı olarak birliğe dâhil olan ülke ekonomileri üzerinde olumsuz gelişmelere yol açtı. Çünkü milliyetçi ve emperyalist bakış açısının ötesinde yeni bir yaklaşım veya siyaset etme biçimi üretemediler.
Karşılaştırma yapmak zorundayız. Çünkü bugünkü mücadele Doğu ve Batı arasındadır. Bu, dinler arası bir mücadele değildir. Eğer öyle olsaydı, Filistin’de Hıristiyan varlığının Yahudiler karşısında desteklenmesi gerekirdi. Bu, Haçlı Seferleri döneminde olduğu gibi Batı’nın, Doğu’nun zenginliklerini yağmalamak için giriştiği yeni dönem istila hareketidir. Bu istila girişimi karşısında biz, istesek de istemesek de Haçlı Seferleri dönemindeki kimliğimizi yenilemek durumunda kalacağız. Çünkü bizim kimliğimiz, yani Anadolu Türklerinin kimliği de o kriz dönemlerinde şekillendi ve muhteşem bir imparatorluğun temelleri Selçuklular döneminde atıldı. Bu vesile ile Türk Tarih Kurumu yayınları arasında çıkan üç ciltlik Haçlı Seferleri Tarihi ve yine aynı kurum tarafından yayımlanan Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan adlı kitapları tekrar okumanın çok önemli olacağını zannediyorum. Doğu ve Batı arasında karşılaştırmalar, tarihî derinlik göz önüne alınmadan yapılamaz. Aynı şekilde derin hafıza göz önüne alınmadan hadiselerin gidişatı üzerine söylenenler yanıltıcı olur.
Haçlı Seferleri, Anadolu ve onun tabiî uzantısı Kudüs’e kadarki coğrafî alan için yıkıcı sonuçlar doğurdu. İznik’in kaybı ile başlayan süreç Türk-İslam dünyasında Haçlı devletlerinin kurulmasına imkân verdi. Bu kayıpların bertaraf edilmesi iki yüzyıl sürdü. Bu dönemde yaşanılan karmaşanın boyutlarını tasavvur edebilmek için Hasan Sabbah, Alamut Kalesi ve Haşhaşîlerden oluşan yapıyı düşünmemiz yeterlidir. Bu yapı, Osmanlı sonrası istila döneminin ürettiği Fetullah, Pensilvanya ve FETÖ’den oluşan yapıyla büyük benzerlikler gösterir. Sonuçta FETÖ’nün ürettiği “şakirt” ve “muhabbet fedaisi” tipi de kendi ülkesine ve coğrafyasına karşı yeni dönem istila kuvvetleriyle işbirliğinden başka bir şey yapmadı. Burada “gazi” tipi ile “şakirt” tipi arasında bir karşılaştırma yapmak istemiyoruz, sadece düşüşün derecesini göstermeye çalışıyoruz. Aynı şekilde “gazi” tipi ile “tebliğci” tipi arasında bir karşılaştırma yapmanın da fazlaca bir anlamı yoktur. Sadece ortaya çıkan sonuçlara dikkat çekmek aradaki farkları görmemiz açısından önemlidir. Bu son hatırlatmayı “tebliğci” tipinin günümüzde çok yaygınlaşması dolayısıyla yapıyoruz.
Haçlı Seferleri’ne karşı Selçukluların mücadelesi Osmanlının oluşumuna imkân tanıdı. Bu dönemde ortaya çıkan gaza ideolojisini ve “gazi” tipini krizden çıkışın imkânları bağlamında ele almak gerekir. Bugünkü siyaset bilimi, ilahiyat ve oryantalist edebiyatın yönlendirdiği ilerlemeci-modernist çevrelerin yorumlamakta, hatırlamakta ve anlamlandırmakta zorlanacağı bir geleneğin temelleri gaza ideolojisi ve gazi tipi tarafından atılmıştır. Buradan da geleneksel devlet-i ebed-müddet fikri doğmuştur. Nitekim bu ideoloji ve onu temsil eden “gazi”, başta Kudüs olmak üzere Anadolu ve onun uzantısı alanlarda ağırlığını Latin ve Germen kabilelerinin oluşturduğu istilacı askerleri kovmuş, Haçlı devletlerini yıkmıştır. Maveraünnehir’de doğan fikir Selçuklu ile ete kemiğe bürünmüş, Osmanlı ile de “nizam-ı âlem” şeklinde büyük bir ideolojiye dönüşmüştür. Nizam-ı âlem için devlet-i ebed-müddet fikri tam da budur. Cemil Meriç’in ifadesiyle bir biz vardık bir de küffar.
Selçukluların Ertuğrul Gazi’yi uç beyi olarak Söğüt’e yerleştirmesiyle Osmanlıların son döneminde İttihatçıların, kurtuluş mücadelesi için bazı şehirlerde silahları gizlice toprağa gömmesi arasındaki benzerlik şaşırtıcı değildir. Selçuklular, Moğol istilası karşısında varlık yokluk mücadelesi verirken aynı milletin çocukları uçlarda gaza ideolojisiyle yeni bir devleti müjdeliyordu. I. Dünya Savaşı’nda ağır bir darbe alan Osmanlı, kendi içinden doğacak yeni bir devletin silahlarını hazırlamakla devlet-i ebed-müddet fikrini yeniden hayata geçiriyordu. Bu, Osmanlı’nın, yani büyük bir tarihin mirasını geleceğe taşımaktan başka bir anlam taşımaz. Şekil değişse de öz aynıdır.
1.Dünya Savaşı’nı kaybettik. Meclis-i Mebusan, Misak-ı Millî ile genel çerçeveyi çizdi. Meclis-i Mebusan, Misak-ı Millî ile gerileyebileceğimiz en son sınırı belirlemiştir. Cumhuriyet, Misak-ı Millî hedefinin tecessüm etmiş hâlidir. Yirminci yüzyıl boyunca bütün eksik ve yanlışları bu çerçeve içinde tartıştık. Bu, makul ve meşru bir anlaşmazlıktır, varlığa bir halel getirmez. İddialarımızdan vazgeçmedik, sadece bir süreliğine rafa kaldırdık.
Selçuklu ve Osmanlı, büyük devletti. Bin yıl boyunca Horasan’dan Balkanlara kadar çok geniş bir alanda yaşayan Türk, Müslüman ve gayr-i Müslim ahalinin belleği, kültürü, kimliği bu iki büyük devlet tarafından şekillendirildi. Sömürgecilik çağında Osmanlı tarih sahnesinden çekildi ama yüz yıl sonra bütün hesaplar yeniden ortaya çıktı. Bundan başkası da olamazdı. Çünkü Türkiye, o bin yıllık geçmişin doğrudan mirasçısıdır. Bu, biz istemesek de böyledir. Bunun dışında bir davranış geliştirmemiz de mümkün değildir. İki yüz yıldır bizden kopardıkları ve de koparmaya çalıştıkları bölgeler, toplumlar ve milletler dahi Türkiye’nin bugünkü antiemperyalist mücadelesini heyecanla takip ediyor ve kendinden bir parçayı Türkiye’nin mücadelesinde görüyorsa başka bir davranış geliştirmemizin niçin mümkün olmadığı anlaşılır.
Gezi Kalkışması ve 15 Temmuz darbe girişimi ile kendini açık eden FETÖ ve benzer yapıların emperyalist Batı Avrupa ile işbirliği yapmış olmasını önemsiyoruz. Bu yapıların dinimize, milletimize ve vatanımıza kast etmiş olması geçiştirilecek bir mesele değildir. Ne var ki namahreme el sürmeye kalkan bu kirli ellerin sahipleri Türklüğün ana gövdesinden koptuktan sonra yaşadıkları toplumların arasında kaybolup gitmeye mahkûmdurlar. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur. Bizim burada genel manada Batı ile herhangi bir şekilde ünsiyet peyda etmiş herkese söyleyeceğimiz söz de bundan başkası değildir: Avrupa kendini meydana getiren Orta Çağ’a dönüş yapmak zorundadır. Biz de tarihimizi şekillendiren Selçuklu ve Osmanlı çağlarının büyük devlet mirasına yönelmek zorundayız.