Çanakkale Savaşı’na katılmış bir gazinin elinde, o savaşı anlatan bir kitap gördüğünde Yahya Kemal’e “Edebiyatımız Niçin Cansızdır?” adlı yazıyı yazdırtan ve orada “Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan seyretmeye mahkûmuz.” dedirten tuhaf bir ilgisizlik, açıklanamaz bir vurdumduymazlık… Çanakkale Savaşı’na karşı handiyse bir asır süren bu tuhaf kayıtsızlığı nasıl açıklamalı?
Cumhuriyet tarihi boyunca hep böyle bu durum. İyi de bu niye böyle? Niçin Cumhuriyet öncesiyle karşılaştırılamayacak bir zihni ve fikri geri kalmışlıkla içiçeyiz? Niçin atalarından, genetik ilmini utandırmayacak kadar olsun bir şeyler devşirmemiş bir hâldeyiz? Sakın bunun şu ‘aynalı çarşı’yla bir bağı olmasın?
Evet var! Hem de akıllara durgunluk veren bir bağ!
Cumhuriyet’in ilk dönemine yönelen yerli ve yabancı araştırmacıların, ilk otuz yılda yapılıp edilenlerle ondan sonraki dönemi karşılaştırdıklarında şaşırmadan edemedikleri bir durum var: Bilimdeki, sanattaki, düşüncedeki; dahası imar ve iskândan tutun da tüm öbür toplumsal kurumların yerleştirilip işlerleştirilmesindeki ilk otuz yılda gözlemlenen başarının otuzda biri bile daha sonraları yakalanamamış. Acaba niçin?
Cumhuriyet’in ilk otuz yılı
Bu niçine verilen yerli/ulusalcı karşılıkların önemli bir bölümünde, başarının sebebinin ‘devrim ruhu’na dayandırıldığını görürüz. Bu iddiayı örneklendirirken de Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerçekleştirilen ve Batı’ya eklemlenmenin gereği, üzerinde hassasiyetle durulan Batı klâsiklerinin çevirilerine sıklıkla atıf yapılır. Ayrıca, herkesin tersini savunduğu ve tutmayacağını iddia ettiği hâlde gerçekleştirilen onca devrimin ‘tutmasının’ sebebi de aynı etmene bağlanır.
Aslında bu iki uç ve zıt örnek de tam birbirinin tersi biçimlerde Çanakkale’deki ‘aynalı çarşı’yla yakından ilgili.
Niçinine geçmeden önce bu aynalı çarşıdan kimi görüntüler seyredelim:
Bu görüntüleri görebilmek için de kimi önbilgilere gereksinmekteyiz. Örneğin Çanakkale Savaşı’nın, daha doğrusu savaşlarının sebebi neydi?
Yamyam Türkler
Birinci Dünya Savaşı’nın 3 Kasım 1914 ile 9 Ocak 1916 arasında yaşanan bu en kanlı bölümünün çıkış sebebi için Türk tarih kitapları size tuhaf, aklınızın kabullenmeyeceği kadar yavanlaştırılmış bir gerekçe sunar. Bu kitaplara göre Çanakkale Savaşı’nın sebebi şudur: Denizcilik Bakanı Churchill’in teklifiyle İngiliz kuvvetlerinin Rus kuvvetleriyle buluşması ve Rus ordusuna silâh, cephane ve taze güç aktarmak… Bunun için de boğazlar üzerinden İstanbul’a da ulaşılacak, dahası Süveyş Kanalı ve Hindistan çevresindeki Türk ağırlığı da kaldırılacak, aynı zamanda savaşa girmek istemeyen Balkan devletleri de kendilerini savaşın içinde bulacaktı.
Eğer biraz olsun tarihi mürekkep yalamışsanız ileri sürülen bu gerekçeleri, bu çerçevede kabullenmeniz zorlaşır. Elbette bu savaşın gerçek sebebinin ne diye örtülme ihtiyacı hissedildiğine bir anlam veremezsiniz. Çünkü önemli oranda doğruları içeren bu ifadeler, aynı zamanda bir başka gerçeği de örtmekte: yalnızca boğazlardan değil, bütün dünyayı ‘yamyam Türkler’den kurtarmak.
Evet, yamyam Türkler…
Avustralya’dan getirilen Anzaklar’a söylenen şey buydu meselâ: Dünyayı yamyam Türkler’den kurtarmak.
Ya Hindistan’dan getirilen Müslümanlara? Onlar da küfre karşı halifenin yanında savaşa girdiklerini sanmaktaydılar. Bütün Ortaçağ’ın acısını unutmamış sıradan bir Avrupalı reflekslerine uygun hareket eden, yani yeryüzünden Türkler’i silmeyi kafasına koyan Churchill’in taktiği basittir: Türk tabyalarını zehirli gazla imha etmek ve piknik yaparcasına boğazlara asker çıkarmak… Ardından da Türkler’i bugünküne yakın bir havzaya hapsetmek.
“İki Hafta Sonra İstanbul’da…”
İçte ve dışta gerekli hazırlıklara girişilir. Dıştaki hazırlıkları tahmin etmek zor değildir ama ya içteki hazırlıklar?
Osmanlı’nın kendisine emanet edilmiş saydığı Hıristiyan azınlık, birkaç güne kalmaz, dindaşlarının İstanbul’u ele geçireceğine kesin gözüyle baktığı için, merasimi izlemek amacıyla, İtilâf Ordusu’nun geçeceği yoldan pencere kiralamaya başlamıştır bile.
Savaş ilân edilir edilmez, genciyle yaşlısıyla bütün İngiltere büyük bir bayram arifesi sevinci yaşar. Binbir Gece Masalları’nın efsunuyla zihni dolu İngiliz’e göre Doğu’nun o efsanevi hazineleri, küpler dolusu altını artık İngiltere’ye taşınacaktır.
Aslında İngilizler pek de haksız sayılmaz. Elbette kâğıt üzerinde. Çünkü böylesi bir yağmayı engelleyebilecek tek siyasi deha durumundaki Ulu Hakan Abdülhamid Han, İttihatçılarca bir köşeye itilmiş, yıllardır “Vatan elden gidiyor!” yaygaralarıyla ortalığı ayağa kaldıran ve başta İngiltere ile Fransa olmak üzere Avrupa’dan sanki o günler için destek gören Enver-Talât-Cemal üçlüsü iktidardadır. İngiliz Filo Komutanı Amiral Corden’in 2 Mart 1915’te Londra’ya çektiği telgrafın bir iki satırına bir göz atmak bile havayı teneffüs edebilmek için yeter de artar bile: “Havalar böyle giderse iki hafta sonra İstanbul’da olacağımızı tahmin ediyorum.”
Komutanın bu satırları aslında hayli temkin yüklü. Çünkü İngilizler’in asıl hedefi, beş gün içinde İstanbul’a ulaşmaktı. Bu niyetle Çanakkale önlerine gelen İngiliz kuvvetleri, hem deniz, hem silâh ve cephane, hem de asker sayısı bakımından karşılaştırılamayacak denli üstün durumdadır. Osmanlı menzilinin dışında kalan İngiliz donanması Çanakkale tabyalarına gülle yağdırırken, silâh yokluğu yüzünden müzelerden getirilen asırlık toplarla düşmana karşılık vermeye çalışılmakta, fakat beyaz bir duman çıkaran bu toplar daha çok hedef belirttiği için düşmanın işine yaramakta. Bir İngiliz askerinin mektubundan: “Yağan binlerce mermi Türk siperlerinin tozunu attırıyor. Düşen her merminin ardından havaya bacaklar, kollar, gövde parçaları ve akla gelebilecek her şey uçuşmaktaydı. Korkunç ve insanın kanını donduran bir sahneydi.”
Türkler’le Aynı Safta
Böyle yazmasına karşın İngiliz askerinin kanı donmaz ve karadaki Türk tabyaları düşürülmedikçe Çanakkale’nin geçilemeyeceği anlaşılır. Böylece Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yapılması kararı alınır. Çıkarma başladığında iki tarafın askerleri sıcak çarpışmaya girer. Kimi bölgelerde taraflar arasındaki mesafe sekiz metreye kadar düşer: ölüm muhakkak.
Buna rağmen Türk askerinin tavrını 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa’dan dinleyelim: “Çanakkale’yi bir asker olarak anlatmak imkânsızdır. Çelikten ve manevi kudretten oluşan insan yapısı ne demektir? Bu sorunun cevabı, işte bu gösterişsiz, mütevekkil ve sessiz Anadolu çocuğunun kendisiydi. Mutluluk, Türkler’le birlikte aynı safta dövüşmektir. Bu şerefi ömrümün sonuna değin taşıyacağım.”
İngiliz saflarında savaşan askerlerin yazdıkları mektuplar, subayların Londra’ya geçtikleri raporlar ve komutanların hatıraları, Türkler’in hem asker, hem de insan olarak Çanakkale Savaşı’nda gösterdikleri üstün insan vasfı örnekleriyle dolu. Bizde de kayıt altına alınmış birkaç örnekle karşılaşılabilir. Bunlardan biri, Ruşen Eşref’in Afyon Sandıklı’dan Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı ile yaptığı söyleşi: “Zabitlerimiz bize tembih ederdi ki, ‘Oğlum, salâten tüncina’yı okuyun.’ Bilenlerimiz okurdu, bilmeyenlerimiz de tekbir alırdı.”
Türk subayının önerisiyle okunan salâten tüncina…
İşte ancak bu yaklaşım bize Ezineli Helvacı Halil’in anlattığının hakiki manâsını kavratabilir:
“Bir gün Arıburnu’nda düşmana ateş ediyoruz. Tetiği çekiyorum, çekiyorum ateş almıyor. Tüfeğin bozulduğunu zannettim. Yanımdaki arkadaşıma:
– Bak hele, benim tüfek bozulmuş.
Dedim. Arkadaş bir baktı benden yana ve:
– Ne bozulmuşu? Senin parmak gitmiş arkadaş.
Dedi. Ben parmağımın acısını o zaman hissettim.”
Ancak salâten tüncina okuyan, tekbir getiren askerin yaşayabileceği bir kendini vermişlik ve bütün benliğini adamışlık…
22 Süngü
İşte bu ‘başını bir gayeye satmış kahramanlık’la savaşan Türk askerinin, yalnızca silâhıyla değil, etiyle, kemiğiyle direnmesi sonucunda elde edilen zafer… Türk’ün kökünü kazımak için beş saat içinde Çanakkale’ye çıkacağını düşünen İngiliz donanması yüz geri edilir ve Avrupa’nın Türkleri imhası başka bir tarihe ertelenir.
Son olarak General Şükrü Naili’ye kulak verelim:
“Çanakkale’de, Karlıdere sırtlarındaydık. Düşman sabahın dokuzunda ileri hatlarımızı bombardımana başlamıştı. Çok zayiat verdiğimiz görülünce yalnız dört manga kuvvetimizin o siperlerde kalması, asıl kuvvetin geri çekilmesi emredilmişti. Altı saat süren bombardımandan sonra saat üçte düşman ateşi kesince ortalığı saran duman tabakası yavaş yavaş dağılıyordu ki süngü takmış bir İngiliz taburunun, duvar hâlinde hücum ettiğini gördük. Siperlerimiz arasındaki mesafe 60 metre kadardı. Zannediyorduk ki saatlerce bombardıman ateşi altında kalan ilerideki o dört mangamız erimiş, bitmiştir. Gözlerimiz birden hayretle açıldı. O siperlerimizden 22 süngü parlamıştı… Ve o 22 Türk, o gün tam bir tabur düşmanla süngüleşti.”
İşte General Şükrü Naili’nin anlattıklarından, yukarıdaki türküde söz edilen ‘aynalı çarşı’yı çıkarabiliriz: süngü takarak göğüs göğse muharebeye geçen askerlerin süngülerine vuran gün ışığının yaydığı parıltıdan oluşmuş ve bir ayna çarşısını andıran görüntü…
Aylar boyunca yarım milyonluk tam teçhizatlı bir güce karşı koyan Türk ordusu, 190 bin şehit verir. İtilâf Devletleri’nin toplam kaybı da 145 bin civarında. Fakat asıl önemlisi, zafere karşın kayıpların sayıca fazlalığı değil, niteliği… Çünkü Çanakkale’de şehit olanların önemli bir kısmı, Osmanlı tarihi boyunca özellikle korunanlardan… Ulema sınıfından…
Zaten yorgun, güçsüz ve zayıf durumdaki Türk ordusunun durumunu gören medrese talebeleri gönüllü olarak Çanakkale cephelerine gider ve orada binlercesi, on binlercesi şehit olur. Buna liseli çocuklar da dâhildir. Örneğin Çanakkale Savaşı’na denk gelen yılda Kabataş Lisesi hiç mezun veremez çünkü bütün son sınıf öğrencileri de gönüllü olarak cepheye gider ve hepsi şehit olur. Böylelikle de Osmanlı’nın zihni, bir daha onarılamaz ve gediği kapatılamaz bir yara alır.
Osmanlı ilmiye sınıfının bu tercihiyle savaş kazanılmış ama ilim, bir daha düzelmemecesine yara almıştır. Geriye hiç kimse kalmadı mı ilmiye sınıfından? Elbette kaldı. Ama onların hakkından da İstiklâl Savaşı değil, İstiklâl Mahkemeleri gelir!