“Şöhret âfettir.”
Dilimize pelesenk ettiğimiz tabirlerden.
Bu kısa ama bir o kadar da muhteşem ve hayati tespitin Efendimiz’e ait bir söz olduğunu bilen ve bilmeyen dindarımızın da, lâikimizin de yeri geldiğinde, yani başkasını tenkit etmek için onu kullanmakta hiçbir beis görmediği ortada. Öte yandan, neredeyse herkesin uçar adım bu âfete sürüklenmek için elinden geleni ardına koymadığı acı hakikatlerden. Âfete ve ‘âfetzede’ye. Acaba şöhret niçin böylesine cazip? Sadece şöhret mi? Meşhur da!
Burnundan en kıl aldırmayanlarımızın bile bir meşhuru, hele hele bir televizyon kişisini görür görmez nasıl da yapıbozumuna uğradığını ve Dali’nin tablolarındaki figürlere dönüştüğünü kaç kere gözlemlemişizdir, kimbilir. Şöhret sadece kendisine çeken değil, aynı zamanda çektiklerini kendi zati sıfatıyla donatan zehirli bir mıknatıs. Hayal hanesinde yüceltilen bir ünlüyle gündelik yaşantı içerisinde karşılaşıldığında bastırılamaz o dokunma arzusu da bundan. Bir nevi şeytani ‘kutsanma’ dürtüsü…
Şöhret, uzaktayken Cennet, kavuşulduğundaysa âfettir.
Şöhret mi? Hani Nerede?
Etrafına şöyle bir baktığında dahi insanın, şöhretin nelerin ve nelerin karşılığında elde edildiğini, bu en vefasız yâre kavuşmak için kişinin hangi haklarından vazgeçmek durumunda kaldığını farketmemesi imkânsız. Öyleyse ne diye beherimiz, sanki arkamıza bakmamacasına koşmaktayız şöhretin o kavurucu kucağına? Ne diye bilindikçe bilinmek, tanındıkça tanınmak istiyoruz? Başka her şeye doymamız az-çok kabilken, ne diye asla sonu gelmiyor şöhret kapılarını aralamanın?
Geçen yüzyılın şöhret ikonlarından Andy Warhol’un “Bir gün herkes meşhur olacak. Ama 15 dakikalığına.” sözü bile şöhretin hakikatine dair hiçbir şey aktaramıyor bize. Birçoğumuz bu sözü bir şekilde duymuşuz ama sözün sahibini, yani meşhuru artık hatıramızda bir yerlerde tutma ihtiyacı hissetmemekteyiz. Bu bile şöhretin mahiyetine dair tavır alıcı bir şey söylemiyor bize. Yine de o 15 dakika için handiyse canımızı vereceğiz.
Yolları Demir Kazık
Elbette hangimize sorarsanız sorun, şöhretin aslında ne kadar geçici olduğunu beherimiz hiç sektirmeden söyleriz. Hatta bazılarımız, bu âlemde her neyi elde edersek edelim, o elimizdekine kavuşmak için mutlaka bir bedel ödemek durumunda kaldığımızı da ekleyebilir. Bazen de elimize geçene nispetle büyük bir bedeldir bu. Ve hatta bu bedellerin bir kısmının kişiyi insanlığından uzaklaştırabileceğine bile işaret edebilir.
Öte yandan bilinirlik zamanımızın en belirleyici kavramlarından biri. İster şirket, ister kurum, isterse de kişi üzerinden bakalım, tanınırlığı arttırmak, handiyse varolmakla özdeşleştirilmiş durumda. Siz bu dayatmayı hangi gerekçeyle ve ne kadar şiddetle reddederseniz edin, size bilinirliğiniz nispetinde bir anlam ve değer yüklenmekte. Şöhrete aç doğan insan için arayıp da bulunamayacak bir ortam demek bu.
Muhteşem! Yani Meşhur
Hiç şüphesiz bir körlük çeşidi şöhret.
Bakanı da, bakılanı da, bakmaktan, görmekten ve anlamaktan fersah fersah uzağa iten bir körlük çeşidi.
Meşhura baktığımızda gördüğümüz, artık sıradan bir insan değildir; hatta azıcık cesaretle ifade edelim, insan değildir. En iyi ihtimalle bir ‘insanüstü’dür. ‘Üst-insan’ yahut.
Şöhret dışında neye sahip olursak olalım, şöhret sahibine baktığımızda gördüğümüz, bizim gibi bir yaratılmış değil, bütün o mahrum kaldıklarımızın toplamından fazlasıdır. Üstelik kendimizin dahi farkedemediği bir şiddetle arzuladığımıza, tam karşımızdaki şu ânda maliktir: Meşhurdur ve muhteşemdir. Sıradanlığı aşmıştır. Sıradanlığı, yani ölümlülüğü!
Gerçek böyle değilse bile biz böyle hissederiz: Ünlüysen neden mahrumsun ki? Çok adaletsiz bir rekabet karşılaştırmasıdır bu hâlbuki. Şöhrete kavuşan birinin, şöhretle birlikte her şeye de sahip olduğunu varsayarız. Başka bir ifadeyle meşhur kişi dediğimizde, tanınan ve herkes tarafından bilinen bir insan değil, tanınmakla birlikte insanın arzulayabileceği ne varsa istisnasız hepsine kavuşmuş bir varlık çeşidi canlanır zihnimizde. Bu gizli-saklı kabulümüze göre insan şöhrete ulaştığında, Nirvana’yı da aşar ve artık insanlıktan soyunur; bir kabuk gibi bütün insani zaaflardan sıyrılır. Ölümlülük dahil. İnsan ölür. Ama meşhur ölmez!
Bilmek ve Bilinmek İsteği
Çünkü aslen bir tek, tanrı bilir.
Ve bilinir.
Modern insan, biriktirdiği malûmat yığınıyla kendisinin de rahatlıkla tanrıya mahsus bu ‘bilme’ yetisini elde ettiği zehabına kapılmış durumda; çoktan beridir. Dikkatimizden kaçırmayı tercih ettiğimiz husus ise şu: Bahsi geçen manâdaki doymak bilmez bu ‘bilme’ iştiyakı ile işaret etmeye çalıştığım tatmin edilemez bu ‘bilinme’ iştahının aynı kaynaktan neş’et ettiği meselesi. Frenkler’in omnipotans dedikleri hadise… Artık bilmekteyiz; bir bebek dünyaya her şeye muktedir zehabıyla gelir. Başta anne olmak kaydıyla çevresindekiler de onun bu yanılsamasını doğrulayacak tarzda muamele ederler kendisine: Bir dediğini iki etmezler: Gak deyince et, guk deyince su…
Belki de bulunduğu yüce yerden henüz bir bebekken, yani aslen handiyse birkaç istisna dışında bütün yeteneklerden ve imkânlardan tecrit edilmiş bir hâl içerisinde indirildiği bu aşağılara (Malûm, dünya, ‘aşağı, aşağıdaki’ demek.) alışmakta fazla zorlanmasın diye kendisine bahşedilen bu lûtfu insan, ancak insana mahsus bir yanılsama ile bizatihi hakikati diye âddetmekte hiçbir beis görmez. Hâlbuki ondan beklenen, elde etmeyi isteyip de kavuşamadıklarını gördükçe kendi sınırlarını ve acziyetini tefrik edebilmesi. Dünyanın zannettiği gibi bir yer olmadığını farkedebilmesi.
Ve hayatını buna göre tanzim edebilmesi.
“Ben gizli bir hazineydim; bilinmek istedim.”
Bilinmek arzusu, tanınmak tutkusu, işte bu hadisi kutsinin işaret ettiği hakikatin batılından başka ne olabilir ki!