Dost için yaratılmış ve dostluğun yüzü suyu hürmetine ayakta tutulan bir kâinatta idamei hayattayız ama en iyi ihtimalle çift taraflı sahte dostlukları ancak tadabilecek bir zaman diliminde yaşadığımızı unutmayı tercih ediyoruz. Dostsuzuz. Ve hatta kimsesiz. Ama bu yoksunluğumuzu unutmak için uydurduğumuz yegâne çözüm, içi boşaltılmış bir aşk palavrası. Geçen yüzyılda iki sanatçı arasında yaşanan bir dostluğun hikâyesinin herkese söyleyecek ne çok sözü var!
Geçen yüzyılda iki dünya savaşı yüzünden sadece milyonlar ölmedi ki. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi Batı’nın tabii bir parçası olmayan, tersine Batı’ya hem siyasi, hem iktisadi manâda meydan okuyabilecek yegâne, (Evet, yanlış okumadınız: yegâne!) seçenek de Osmanlı Devleti kimliğinde öldürüldü. Biz ise yerine dikilen derme-çatma gecekonduyla kendimizi teselli etmeyi dahi beceremez bir hâle itelendik. Fakat mevzumuz bu değil; geçen yüzyılda öldürülen öteki şeyler.
Benim ilk ânda aklıma gelenler: Dostluk, vefa, söz, liyakat, diğergâmlık, ilkelilik gibi değerler. İnsan zihni de boşluk kabul etmez; tıpkı tabiat gibi. XX. yüzyılda bu benzeri değerlerin handiyse bütün insanların elbirliğiyle yokedilmesi sonrasında ortaya çıkan ve binlerce yıl boyunca teşkil edilmiş makamların yerlerinin boşluğu ya sahteleriyle doldurulmaya çalışıldı yahut protezleriyle. Protez, evet.
İyi ama dostluğun protezi kabil midir? Kabilse nereden temin edilir? İlk ânda zannedildiğinden çok daha esaslı bu ve benzeri tarz sorulara karşılık aramak da bu yazının mevzuunun dışında.
Sevmek ‘Vazifesi’
Dost için yaratılmış ve dostluğun yüzü suyu hürmetine ayakta tutulan bir kâinatta idamei hayattayız ama en iyi ihtimalle çift taraflı sahte dostlukları ancak tadabilecek bir zaman diliminde yaşadığımızı unutmayı tercih ediyoruz. Dostsuzuz; biteviye dostsuz. Ve hatta kimsesiz. Ama bu yoksunluğumuzu alalamak için bulabildiğimiz yegâne sahte çözüm, içi boşaltılmış bir aşk palavrası.
Biriyle birlikte olma arzusunun yoldan çıkmış hâlini bile aşmış bu yeni aşk anlayışı, aslında sadece üreme dürtüsüne emanet.
O yüzden de bu kabule göre beherimizin sevilmek için yaratıldığına inanmakta hiçbir beis görmemekteyiz. Aslolan sevmek değil, sevilmek. Öteki gizli itikadımız: Sevmek bizim değil, muhatabımızın ‘vazifesi’. Nihayetinde tatmin edilemeyen bitimsiz bir sevilme ihtiyacı, sevginin hakikatinden de, dostluğun hakikatinden de mahrum bırakmakta beherimizi.
Dostluk bir Kızılelma zamanımızda.
Sanatçının Öncülüğü
Uzun vakitlerdir biz sanatçıya yanlış manâlar yüklemeye devam etsek de sanatçının hakikatinin bir ayağı hâlen daha içinde büyüdüğü ve ruhunu beslediği toplumun gidişatını herkesten önce farketmek ve varsa tehlikeyi eserinde ifade etmek. Sanatçı bu anlamda bir öncü birlik ferdidir ve rehberlik etmek için değil, haber vermek, gerektiğinde de ikaz ve ihtar etmek için kalabalıkların önünde gitmek vazife ve salâhiyetindedir. Bu açıdan bakıldığında sanatçıyı muhalefetle irtibatlandırmanın kadüklüğü ifadeden de ırakta. Sanatçı, kimileyin içinde yaşadığı topluma aykırı düşse de bu, olup bitenlere faraza itiraz hakkından değil, gidişatı şahsında tebellür ettirmekten kaynaklandığında makbûl.
Sadece dostluğun geçen yüzyılda insanlık tarafından ortaklaşa katli bakımından değil, başka bir açıdan da sanat çevresinde dostluğun hakikati nadirattan. Çünkü sanatçı, eser vermek meziyeti gerekçesiyle Yatarıcı’sına yakınlaşmayı beraberinde getiren bir mevkide bulunması icap ederken yazık ki ekseriyetle kendinde Yaratıcı ile yarışan bir paye âddedebilmekte; gizli veya açık.
Eski bir Dostluğun İmtihanı
Son Portre (Final Portrait) adlı film, sanat camiasında, hakikaten kıymetli eser bulmaktan bile daha nadir rastlanan bir hadiseye, farklı alanlarda eser veren ve belli bir şöhrete ulaşan iki sanatçı arasındaki dostluğa yer vermesi bakımından da mühim bir yapım. Stanley Tucci imzalı film aslında bir uyarlama. James Lord’un A Giacometti Portrait isimli romanından, yazar ve yönetmen tarafından ortaklaşa yazılan senaryoya dayanan filmin mevzuu da ilginç.
İsviçreli ressam Alberto Giacometti ile Amerikalı yazar James Lord, iki eski ahbaptır. Olgunluk dönemlerinde yolları Paris’te yeniden kesişir. Ressam yazara bir teklifte bulunur. Yüzünün aslında çok ilginç olduğunu, hatta adeta bir sanat eserine modellik etmek için tasarlandığını söyler. Ve ilâve eder: “Bana modellik eder misin?” Hangi sanatçı bu iltifat dolu teklifi reddebilir ki? Karşısındaki kararsızlığıyla bilinen bir sanatçı dahi olsa…
Dostluk ve Rıza
Nitekim yaşları tezat iki ahbap Giacometti’nin atölyesinde çalışmaya başlar. Ne ki yazar ufaktan ufaktan bunalmaya başlamıştır. Çünkü ressamdaki yaratma sancıları, tereddütler, gel-gitler, yinelemeler, tahammülfersa tavırlar öyle-böyle değildir. Çok geçmeden yazar, eski ahbabı ressamın sadece portresini çizmediğini, bu vesileyle gizliden gizliye hayatını kuşattığını farkeder. Evet, kısa sürecek bir meşguliyet değil, kalıcı bir işgaldir bu. Bir insanın öbürünün hayatının aleni işgali.
Kuşatma ve işgal. Gündelik yaşantıda kullanıldığı hâliyle hiçkimsenin hazzetmeyeceği iki durum. İyi ama biraz daha dikkatle baktığımızda dostluğun da, sevginin de düpedüz bir kuşatma eyleminden ve hatta işgal girişiminden uzak seyrettiğini inkâr etmeyi nasıl sürdürebileceğiz? Elbette bu ikisinin arasında fark var. Çünkü biri cebr kullanırken öteki rızaya dayanır. Ve o yüzden de dostluk da, sevgi de karşılık arama hakkını kendinde bulur. Bulamadığında ne yapar? Elbette cebre başvurur. Dostluk talebinin ve sevgi ihtiyacının yoldan çıkma başladığı ân.
Karşılıklılık ve rıza esas demiştik. Nitekim bu esasın meyvesini her iki taraf da devşirir. Yaratma sancılarını yaşlılık sorunlarıyla birarada yaşayan ressam nihayetinde portresini bitirir. Kemal döneminin eserini. Genç yazar da bu maceradan eli boş dönmez. Belki ressamdan bile kazançlıdır. Çünkü hem bu deneyimini kitaba dönüştürür, hem de dehanın, mütereddit bir dehanın zihninin işleyişinin esrarını çözmekle kalmaz, bu mekanizmadan öğrendiklerini kendi üretim macerasına da katmayı öğrenir.
Son Portre, kelaynak kuşları gibi yitip giden bir değere, dostluğa yakılan bir ağıt. Evet, kelaynak kuşlarının neslinin tükenmesi de mühim. Ama insanı insan yapan değerlerin en önde gelenlerinden birinin tüketilmesine ne demeli?