Son imparatorun son günleri

İstisna/The Exception tarihi bir film. Fakat bildiğiniz anlamdakilerden değil. Yani ortada kılıçlar, kanlı savaşlar, cengâverlikler ve yiğitlik gösterileriyle doldurulmuş entipüften bir avantür yok.

Hitler Almanyası’nın işgalci ve baskıcı rejiminin çevre ülke halkları üzerindeki etkilerine dair filmlere de doymuşuzdur. Yahut Yahudiler’in başına gelenler hakkında da bir insanın ömür boyu tahammül edebileceğinden katbekat fazla film izlemişsinizdir. İstisna bu çeşit filmlerden biri değil. Evet, cephenin gerisindekilerle ilgilenen, daha doğrusu cephe gerisindeki sivil ve asker yaşantısına odaklanan, özellikle de seçtiği karakterlerin dramını izleyicisiyle paylaşan bir film. Fakat filmi önemli kılan husus, merkezi karakterinin vasfı: II. Kayzer Wilhelm ve çevresindekiler.

40’lı yılların Almanyası… Hitler iktidarının ardından Kayzer’in Hollanda’ya sürülüşünün üzerinden 20 yıl geçmiştir. Askeri rejime sadık genç bir yüzbaşı, yaşayıp yaşamadığını bile bilmediği sürgündeki eski imparatorun muhafız birliğinin komutasını devralmakla görevlendirilir. Kayzer sürgündedir ama yine de Alman halkı için manevi konumunu ve değerini muhafaza ettiği için, kendisi de yeni rejim tarafından korunmaya devam etmektedir.

İşin ilginç yanı şurada:

Genç Yüzbaşı Brandt bu vazifeyi üstlendiği sabahın erken saatlerinde Almanya, Belçika ve Hollanda’yı işgal etmiştir. Yani eski Kayzer’in hayatı, daha bir ehemmiyet arzetmektedir artık. Kayzer ise bir zamanlar idare ettiği ülkesinden uzaktaki bir saray yavrusunda yaveri ve hizmetçileriyle ömür tüketmektedir. Kendi odununu keserek meselâ. Yahut ördekleri yemleyerek.

Fakat alaşağı edilmesine ve aradan onca yıl geçmesine rağmen Kayzer hâlâ dünyayla yakından ilgilenmekte; yaverinden günlük gelişmeleri öğrenmeye devam etmektedir.

90 dakikada karakter

Karakterlerin dramı demiştik.

Meselâ eski imparatoriçe, belki de şimdiki hayat şartlarına tutunmanın yolunu, o eski ışıltılı günlerin tekrar geri geleceğine inanmakta bulduğu için kocasını da buna inandırmaya, ordunun onu eskisi kadar desteklediğine ve yeniden başlarında görmek istediklerine ikna etmeye çalışır. Bir gün Almanya’da monarşinin geri getirileceğine o kadar inanmaktadır ki Berlin’den gerçekleşecek üst düzey bir ziyareti, kendilerine tevdi edilecek yeniden tahta geçme teklifi diye yorumlamak ister; bu ziyaret aslen tam tersine bir gaye taşımasına rağmen.

Öte yandan Gestapo, eski Kayzer hakkında da en lüzumsuz ayrıntıları bile gözardı etmeyen dosyalar tutmaya devam etmektedir. Dolayısıyla genç yüzbaşının aslında iki görevi vardır: Hem Kayzer’i korumak, hem de Gestapo’ya ispiyonlamak.

Elbette çevre devletlerin casusları da cirit atmakta etrafta: İngiltere ve Hollanda meselâ.

İyi bir asker izlenimi vermeyen genç yüzbaşımız, görevinin önemini bir türlü kavrayamamaktadır nedense. Hatta küçümsemekte. Belki de askeri mahkeme tarafından idama mahkûm edilme aşamasına gelmesinin sebebi de bu inceliksizliğidir.

Belli ki sıkı bir askeri disiplin gerektiren böyle bir görevi lâyıkınca üstlenemeyecek birinin bu göreve atanması, askeri değil siyasi bir sebep taşımaktadır.

Kadın casusun gizli ajandası

Yeni muhafız ile feleğin çemberinden her türlü geçmiş Kayzer’in ilk karşılaşmalarına Brandt’ın hem diplomasiden, hem de nezaketten nasipsizliği damgasını vurur. Dolayısıyla ilk akşam yemeği tam bir felâkettir. Yine de Brandt’ın Kayzer’le aralarındaki buz, beklenmedik bir hızla erimeye başlar.

Almanlar Kayzer’in yaşadığı yerde bir İngiliz casusunun varlığından haberdardır ama kimliği hakkında hiçbir bilgileri yoktur. Mieke ise Kayzer’in saraycığına hizmetçi kisvesi altında girmiş bir Hollanda asıllı İngiliz casusudur. Mieke, gizli görevini yerine getirebilmek için fırsat kollamaktadır.

Genç muhafızla yakınlaşmaları gecikmez. Üstelik bir Yahudi olduğunu söyledikten sonra bile.

Kayzer hâlâ Berlin’den gelecek o müjdeli haberi beklemeye devam etmektedir. Askeri başarısızlığı için generallerini suçlaması hakikat midir, yoksa bulabildiği biricik teselli mi?

Dava ve şahsi intikam

Muhafız birliğinin komutanı, Gestapo yetkilisi, Kayzer’in yaveri, yani herkes küçük saraydaki o casusu aramakta ama kimse burunlarının ucundaki kişiyi bulamamaktadır.

Film ilerledikçe farkederiz ki genç yüzbaşıdaki umut kırıcı ilk izlenimlerin arkasında aslında hiç de fena sayılmayacak askeri nitelikler saklıdır. Yeri geldiğinde tezahür eden bu askeri vasıflar, tez zamanda bir yandan şüphe sarmalını beraberinde getirecektir; öbür yandan da adım adım Brandt’ın çevresindeki karakterler üzerinde gerekli etkileri uyandıracaktır.

Berlin’den gerçekleştirilecek üst düzey ziyaretin doğurduğu gerilim yetmiyormuş gibi, ona bir de İngiliz casusun hâlâ bulunamaması eklenir ve ortam iyice kavlaşır.

Meğer Mieke’nin ne idüğü izleyiciden uzun bir süre saklanan görevi kabul etmesinin asıl sebebi, SS’nin kocasını ve babasını öldürmesi. Patlamaya hazır karmaşanın içerisine bir de aile intikamı eklenir yani.

SS birimin başındaki Himmler nihayet küçük sarayı ziyaret eder. O âna değin iyice gerilen karakterlerden bazıları bu ziyaretle çantalarından farklı farklı şapkalar çıkarmaya başlar.

Mieke ile Brandt arasında şehvetle başlayan ilişki, evlilik teklifiyle taçlandığında asıl karmaşa başgösterir: İçinde bulunulan toplumun emrettiği vazifeleri mi tercih etmeli insan, yoksa şahsi saadeti vaadeden seçeneği mi? Başka bir ifadeyle toplumun menfaati mi üstündür, şahsi fayda mı?

Öbür yandan imparatoriçe kadar imparatorun kendisi de o asla gelmeyecek daveti beklemekteymiş; yeniden tahta geçme davetini. Hiç belli etmese bile.

Kimileyin konu da önemli

Bir filmin en son konusunu mühimseyen biri olduğum hâlde İstisna adlı Alman-Amerikan ortak yapımı bu filmin bir istisna teşkil ederek mevzuundan bahsetmekten kendimi alamamam aslında neredeyse kaçınılmaz bir durum. Çünkü filmi önemli kılan yön, sürgündeki bir hükümdarın, bize hiç de yabancı gelmemesi gerektiği hâlde tamamen yabancılaşmış bir mevzuu kendisine mesele edinmesi. Psikolojik bir tema düzeyinde kalsa bile bu husus çok önemli aslında. Eski bir hükümdarın his dünyasına sarkabilme fırsatı…

Amerikan filmlerinin içi boş sürükleyiciliğini alın, içine Avrupa Sineması’nın medarı iftiharı başarılarını, yani içeriği, yananlamları, yan hikâyeleri, göndermeleri boca edin; üzerine de kısmen yaratıcılığı ve bir de göndermeleri ekleyin, Alman-Amerikan melezi İstisna adlı filmin formulü elinizde demektir. Hatırlamakta yarar var, sanatın turnusol kâğıdı hüviyetindeki vasıflarından biri, formüle edilemezliktir. Öyleyse İstisna, sanat niteliklerini suistimale yeltenen ve bunu belli bir oranda da başaran, üstelik yarım aydınların bayıldığı o melez türe mi girmekte? Hayır! Çünkü formüle edilemezlik başka bir şeydir; sanatımsılaşmadan, sanatın imkânlarından istifade edebilmek daha başka.

David Leiveaux imzasını taşıyan filmin başrollerini Christopher Plummer, Lilly James ve Jai Courtney paylaşmakta. Senarist ise Simon Burke. Kolayca tipik bir melodrama dönüşebilecek bir temayı ustalıkla böylesi düzeyli bir kurmacaya evirebildiği için Burke özel bir zikri hak ediyor. Bir de konunun doğru anlaşılmasına veya gerektiği gibi hissedilmesine zerre miktarda hizmet etmeyen bazı cinsel öğelerin filme lüzumsuz yapıştırılmışlığını da eklemek gerek.

İnsanın bilinmezi

“Ben insanı yeterince çözdüm zaten”cilerdenseniz İstisna, sıkılmadan izleyebileceğiniz ama illâ da gitmeniz gerekmeyen sıradan bir film. Belli ki sizin için iki şey arasındaki ayırt edici vasıflar, farklılıklardan çok benzerlikler. Buyrunuz, bu zihin konforuyla yaşamaya devam ediniz. Fakat biraz daha farklı nitelikler edinebilmişseniz, meselâ Türkler’in tarihinin 90 yıl önceden başladığına artık inanmayanlardansanız, üstelik bir de Sultan Vahdettin’e yakıştırılan vatan haini sıfatını, tarihin gördüğü en adi iftiralardan biri kabul edecek bir tarih şuuru berraklığına ulaşabilmişseniz, İstisna’nın size söyleyebileceği çok şey çıkabilir.

Meseleler içerisinde insan ruhunun büründüğü kıvrımları süzebilmeyi önemseyenler için İstisna bir şans.

Nasıl mı? Dava, ideal ve idealizm… Birçokları için cazip ama yine bir o kadar da içi boş sözler. Çünkü birçok dava adamı için ideali ve kendisinin o ideale bağlılığının sahiciliği, bir ömür test edilmeden sürüp gidebilir. Hâlbuki en sekter izlenimi veren bir idealistin bile son tahlilde kendisini mi, davasını mı, ülkesini mi, ailesini mi seçeceği, göründüğünün zıddına ta en başından belli değildir. Çünkü insanın personası ile derindeki, kendisinden bile gizleyebildiği hakiki kişiliği arasında nadiren mutabakata rastlarız. Dahası bu mutabakat, aksi gelişmelerin belirleyici süzgecinden ve tecrübenin ıstırap uyandıran tezgâhından geçmemiştir de.

Biraz daha buyrunuz:

Hanedan mensuplarının nezaket maskesine sığınarak dünya hakikatlerine gözlerini kapamaları… siyasi hedef ve beklentilerin dini argümanlarla soslanıp kutsallaştırılmaları… dünyanın neresinde olursa olsun siyasetin aslında hile ve hurdadan ibaret bir meslek hâline getirildiği… hükmetme arzusuna bir kerecik bulaşmış birinin bir daha bu illetten asla kurtulamayacağına… hasılı, insanın mahiyetine dair nice meseleye temas eden İstisna, film izlemesini bilenler için bir yapım.

Çelişkiler ve çatışmalar

Elbette bu söylediklerime “Akıl mı bizim üzerimizde daha kavi bir tesire sahiptir yoksa his mi? O kritik ânda biz hangisinin sözünü, niçin dinlemeyi seçeriz?” diye basitleştireceğimiz sorgusu da alttan alta eşlik etmekte. Hele bir tarafta ülkemizin temsil ettiği bütün manevi değerlerimiz, öbür tarafta da nefsimizin temsil ettiği olanca maddi kazanımlarımız varsa…

Öte yandan İstisna adlı filmi izlerken insan, bir zamanlar hükmettiği ülkesinin dışına sürülen, hatta manevi bir biçimde idama mahkûm edilen Osmanoğulları’nın macerasını hatırlıyor ister-istemez. Bir yanda Hıristiyan mezarlığında bekçilik etmeye mecbur bırakılan Osmanoğulları’nın müstakbel sultanı, öbür yanda sürgünde bile devlet tarafından bir birlikle korunan eski Alman İmparatoru… Acı acı “Çünkü onlar Türk değil, Alman.” diyesi geliyor insanın. Tövbe ediyor sonra da.

Satır aralarına sinmiş o Alman pişmanlığı kokusundan hiç söz etmemek daha iyi.