1932 yılında başlatılan ve 1950’ye kadar ‘zorla’ uygulanan Türkçe ezan dayatmasından Arapça ezana dönülmesi kısa süreli bir devlet krizine neden olmuştu. Şöyle ki; Tek partili CHP iktidarının yıkılıp ülke yönetimin soldan, sağa geçtiği 1950 seçimlerinde devlet idaresi de el değiştirmişti. Demokrat Partili Celal Bayar, Atatürk ve İnönü’nün ardından Cumhuriyet’in asker kökenli olmayan ilk Cumhurbaşkanı olmuştu. (Buraya bir not düşelim; Bayar’dan sonraki ilk sivil Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dır, aradaki 4, 5, 6 ve 7’inci Cumhurbaşkanları darbe dönemlerinin atanmış isimleridir ve 38 yıl boyunca ülkeyi yönetmişlerdir.)
Demokrat Parti, 1950 seçimlerinden zaferle çıkınca önce Cumhurbaşkanı seçimleri yapıldı ve ardından da Celal Bayar Çankaya Köşkü’ne çıktı. Başbakan Adnan Menderes, hükümeti kurar kurmaz ezanın yeniden Arapça okunmasının serbest bırakılması için çalışma başlattı. Fakat Cumhurbaşkanı Bayar, “CHP’ye koz veririz” düşüncesiyle bu düzenlemeyi askıya almak istedi. Bayar’ın “Acele etme sonraya kalsın” şeklindeki uyarısı Menderes’i derinden üzmüştü. Meydanlarda “ilk icraatım olacak” şeklinde söz verdiği Arapça ezan meselesini şahsileştirmişti artık. Menderes’in kararı kesindi. Daha üç günlük başbakan iken istifasını cebine koyup ortadan kaybolmuştu. Bayar, Başbakan Menderes’i Mersin’de buldurarak “Tamam, gel halledelim şu işi” diye çağırttı ve ezan-ı Muhammedi’nin 18 yıllık mahkûmiyeti Menderes’in makamını ‘feda etme’ girişimi ile son buldu.
Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İsmet İnönü arasında çıkan krizlerden farklıydı bu yaşananlar. Kader birliği yapan iki lider bu birliklerinin bedelini de önce darbeyle sonra da idam mahkumiyeti ile ödemişlerdi. Bayar, yaş haddinden dolayı affedilse de, Adnan Menderes bu ülkenin siyasi tarihinin en tarifsiz acısı olarak kayıtlara geçmiş bir demokrasi şehidiydi artık.
Bayar sonrasının cumhurbaşkanları ülkeyi demir yumruk ile yönettiği için, devlette siyasi kriz çıkma olasılığı ortadan kalkmıştı haliyle.
1989’da Kenan Evren’in görev süresinin dolmasının ardından, Turgut Özal’ın tüm engellemelere, “sivil diktatör” manşetlerine ve “Çankaya’ya çıkartmayız” tehditlerine aldırış etmeden Cumhurbaşkanı seçilmesi, devlet yönetiminde yeniden sivil dönemin de başlangıcı oldu.
Özal, Çankaya’da iken koltuğunu emanet ettiği Mesut Yılmaz’ın Anavatan Partisi’ni çizgisinden çıkardığını fark ettiğinde çok geç kalmıştı. Anavatan artık tek başına iktidar değildi ve eriyordu. Vefatından hemen önceki Türki Cumhuriyetler gezisinden döndükten sonra parti kurmayı düşünen Özal’ın yaşadıkları, devletteki ‘iki adamlılık’ sıkıntısının en yalın örneklerindendir.
Ardından koltuğuna oturan Süleyman Demirel’in DYP’sini eriten Tansu Çiller de uyumsuz bir Başbakan modeli çizmekten öteye geçemedi ve koalisyonları yıkan ortak olarak kaldı hep.
Demirel’in 28 Şubat sürecinde Necmettin Erbakan başbakanlığındaki hükümeti ezip, devleti askerin kontrolüne vermesi de bir çift başlılık krizidir. Başbakan Erbakan, askerden çok her gün gazete manşetlerinden tehditler savuran Cumhurbaşkanı Demirel ile mücadele etmişti.
Aynı şekilde Ahmet Necdet Sezer, kendisini Çankaya’ya taşıyan Başbakan Bülent Ecevit ile uyumsuzluğu ve ülke ekonomisini bir gecede batıran çıkışıyla devlet krizinin adı olmuştu. Sezer’in 2002’den 2007’ye kadar AK Parti hükümetlerini iş yapamaz hale düşürmek için yaptıkları unutulmayanlar arasında yerini aldı.
Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlık görevini bırakmasını ise tüm bu geçmiş devlet krizlerinden ayrı tutmak gerekiyor. Aksine Davutoğlu’nun istifası olası bir devlet krizinin tamir edilemez sonuçlarını engellemek için yapılmış, siyaset tarihine geçecek fedakarlıktır.
Bu sonuç; Türkiye’de artık fiili olarak bir başbakana ihtiyaç olmadığını da ilan etti artık. 90 yıllık cumhuriyet bir sistem tıkanıklığı yaşıyor. Aslında 90 yıldır tıkalı olan sistem, tüm iyi niyetlere, kardeşlik hukukuna rağmen patlak verdi de diyebiliriz.
Başkanlık, yarı başkanlık, Türk usulü… Adı ve modeli nasıl olacak net değil, bu meseleyi henüz tam olarak tartışmış da değiliz. Bundan önce sağlıklı işlemeyen parlamenter sistemin, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı döneminde çok daha farklı olacağını beklemek tek kelime ile aşırı duygusallık olur. Şu süreçte de bu duygusallığı yaşıyoruz zaten. Neticede Türkiye’de sistem değişecek. Ve devlet yönetiminde ‘tek başlılık’ modeline geçilecek. Ve bunun bizlere neler getireceğini hep birlikte yaşayarak göreceğiz.
Eğer bu sistemle devam etseydik her geçen gün biraz daha Başbakanlık koltuğunun hakkını veren ve dünya kamuoyunun da siyasi öznesi haline gelen Ahmet Davutoğlu, kendi eliyle değiştireceği sistemde kendine yer bulamayacaktı.
Daha açık soralım; Erdoğan fiili başkan olunca Davutoğlu ne olacaktı? O günkü konumunu tahayyül edelim kısaca. Türkiye’de sistemi değiştiren bir Başbakan. Fakat değiştirdiği sistemde kendisine, karşılığınca yer bulamayan bir Başbakan.
Bir görev, pozisyon ve koltuktan ziyade ‘Başkan Erdoğan’ ile eski ‘Başbakan Davutoğlu’ arasındaki uyumu bugünden hiçbir şekilde kestiremezdik.
Davutoğlu bugün istifa etmese iki ay sonra daha ciddi sorunlar ve tamir edilemez kırılmaların yaşanabileceğinin ısrarla altının çizilmesi de bu yüzden olsa gerek.
Usül olarak hiçbir siyasi ideoloji ve vefa hukukunun kabul edemeyeceği saldırılara maruz kalmasına rağmen, dava arkadaşlarına büyük bir kadirşinaslık örneği gösteren ve AK Parti hareketinin lideri Erdoğan ile ilgili kırmızıçizgisini bir kez daha tüm Türkiye önünde çizen Davutoğlu, bir sistem kavgasının içinde olmayacağını da söyledi. Peki bundan sonra ne olacak? AK Parti’nin lider sorunu yok, hiç olmadı da fakat mevcut sistem bir başbakan istiyor. Bir defa şunu netleştirelim; Ahmet Davutoğlu, işlevsel anlamda bu ülkenin son başbakanı olarak tarihe geçecek. Selefinin ise oturduğu koltuğun bir makamdan ibaret olduğunu bile bile, bu görevi kabul etmesi tartışmaya bile açılmayacak.