Sırri bir seyahat ve hayatın esrarı

Letzte Worte, Cüceler de Başta Küçüktü, Fata Morgana, Aguirre, Nosferatu, Fitzcarraldo, Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer, En İyi Düşmanım, Grizzily Man ve Çöl Kraliçesi… Yeni Alman Sineması’nın en ünlü ve tuhaftır, aynı zamanda en iyi yönetmeni Werner Herzog’un filmlerinden bazılarının isimleri bunlar. Televizyon için yaptığı işleri de hesaba katarsak 40 civarı filme imza atan yönetmenin hayatı da en az filmleri kadar tuhaf.

Aslen bir köy çocuğu. 13’üne geldiğinde Klaus Kinski ile birlikte Münih’te bir apartman dairesinde yaşamaya başlar; müstakbel yönetmenin aile fertleri de aynı dairededir hem de. Genç Werner’ın o yıllardaki hayali, yönetmen olmak ve Kinski’yi başrolde oynatmak. Bilindiği gibi bu hayal hakikate dönüşmüştür; hem de 20’den fazla yapımda.

Çoğu filminin aynı zamanda senaristi ve yapımcısı… Ve oyuncu.

Belgesel tadında filmler, film tadında belgeseller

İlk filmlerinin bütçesini tedarik amacıyla bir çelik fabrikasında kaynak ustası olarak çalışır Herzog. Dava adamına zül mü sayılır böyle işler! Hatta ilk filmlerini çekmeye bütçesi bir türlü yetmediği için kamera arakladığı bile rivayet edilir.

Düzayak belgesel de çektiği vaki. Ne ki Werner Herzog filminin afişindeki adlandırma hangisiymiş diye bakmaya hacet yok. Çünkü afişte ne yazarsa yazsın, bütün filmleri kurgu ile belgesel arasında gidip gelmeyi bir borç bilir adeta. Kurgunun bittiği yerde gizlice belgesel bayrağı devralır; ardından tersi.

Aynı zamanda operayla de ilgilenir Herzog. Elbette bu ilgi yalnızca dinleme evresinde kalmaz. Birkaç ünlü operanın yönetmenliğini de üstlenir.

Altın üçlü sacayağı

Herzog’un ilginç müzik tercihi ve bilgisi, kendi filmlerinin müziklerine de yansır tabiatıyla. Krautrock türünün en ilginç, en derin ve en iyi örneklerinden biri durumundaki Popol Vuh grubu, tıpkı Klaus Kinski gibi Herzog’un vazgeçilmezidir. Altın üçlüden müteşekkil sacayak: Werner Herzog, Klaus Kinski ve Popol Vuh. Aslen piyanist Florian Fricke ve saz arkadaşlarından müteşekkil Popol Vuh, 70’lerin havasını aşan, hâlen dinlenebilirliğini (hatta zorunluluğunu) muhafaza eden bir müzik grubu. Aguirre albümü, grubu tanımak için bir giriş bileti hüviyetinde.

Alman Sineması’nın Asenası

Filmlerinde gördüğümüz bunalım malzemelerini nereye koymak, nasıl görmek lâzım? Size kalmış. Dilerseniz nihilizme kapı aralarsınız bu öğelerden hareket ederek, dilerseniz varoluşçu bir sorguya yönelirsiniz. Tekanlamlı okumaya imkân kapatan yaklaşımıyla Herzog, şaşırtıcı bir yaşantıya da sahip demiştik. Gelelim bu iddianın ilginç örneklerinden birine…

Sene 1974. Herzog Almanya’dadır. Paris’teki bir arkadaşı ona telefon eder ve sinema eleştirmeni Lotte Eisner’in ağır hastalığını haber verir yönetmene. Eleştirmen ölüm döşeğindedir.

Yönetmenimiz yıkılır. Yıkılır çünkü Lotte Eisner, Werner Herzog’un dostudur. Bunca kahrolmasının sebebi, eleştirmenle aralarındaki dostluk değildir yalnızca. Çünkü Eisner’in vakitsiz ölümü, Alman Sineması’nın tamiri gayri kabil bir biçimde yara alması demek yönetmene göre. Eleştirmenin katkısı, desteği ve yönlendirmesi olmaksızın Yeni Alman Sineması tutturduğu ayrıcalıklı yolda emin adımlarla yürürken, en azından ayağını sürçecektir. Yani bencillik yok bu isyanda bir tek.

Ne yapabilirdi ki!

“Hiçbir şey…” diyesi geliyor insanın. Fakat Herzog öyle yapmaz. Alman Sineması’nın en önemli eleştirmeni için, başka bir ifadeyle Alman Sineması’nın bizzat kendisi için birşeyler yapmak ihtiyacı hisseder.

Nihayet çözümü bulur: bir pusula, bir ceket ve içi ıvır-zıvır dolu bir kamp çantası hazırlar. Çizmelerini kuşanır ve yaya olarak yola çıkar. İstikamet: Paris!

Ölüme meydan okuyan yürüyüş

Ne yapmak istemektedir peki? Dostunun hayatını kurtarmak elbette. Çünkü bu kış-kıyamette Münih’ten Paris’e kadar yürürse arkadaşı Lotte Eisner’ın ölmeyeceğine inanmaktadır. Bu yürüyüşün tılsımlı bir etkisi olmak zorundadır. Hatta onun hayatta tutmanın yegâne yolu bu seyahattir Werner Herzog’a göre.

Aldığı kartezyen eğitime rağmen sırrı hayatının merkezine yerleştirmeyi bilen yönetmen yanılmamıştır. Kışın ortasında Paris’e ulaştığında eleştirmen dostu hâlâ hayattadır. O hastalıktan ölmez de. Yönetmenin yürüyüş tılsımı tutmuş görünmektedir.

Werner Herzog’un çantasında bir not defteri ve kalem de vardır. Yol boyunca hissettiklerini; edebiyat, sanat, sinema, müzik, insan, doğa, hayat ve toplum üzerine düşündüklerini, umutlarını, umutsuzluklarını, beklentilerini not alır. Kimileyin genel geçer görüşlere yakın düşer bu notların içeriği, kimileyinse çok özel ve fevkalâde öznel değinilere. Fakat imajinatif niteliklerini her daim korurlar.

Eleştirmenini hayatta tutabilmek için

Lotte Eisner’i, yazara göre yalnızca Alman Sineması’nın değil, bütün Dünya Sineması’nın vicdanı mertebesindeki eleştirmeni ölmekten kurtarmak için Münih’ten çıkılan bu yolculuğa dair ilk not, 23 Kasım 1974 cumartesi tarihini taşır; son notun üzerindeki tarih ise 14 Aralık 1974 cumartesidir. 1978’de Almanya’da yayımlanır kitap ilkin. Handiyse 100 sayfalık küçük bir mücevher niteliğindeki kitap, belli çevrelerde kült düzeyine çıkarılır.

Werner Herzog’nun eleştirmeninin hayatını kurtarmak amacıyla yaya yola çıktığı bu yolculuğun notları, Buzda Yürüyüş: Münih-Paris adıyla nihayet Türkçe’de. Jaguar Kitap’tan yayımlanan kitabın çevirmeni Ali Bolcakan.

Sırri bir sanat anlayışına sahip Herzog; ve elbet aynı minvalde bir dünya görüşüne de. Filmlerine bu hayat ve sanat anlayışını fazlasıyla yansıtmayı başarır. Aslında az bir marifet değildir bu hüner; hele bu dualite devrinde. Hayat ile sanatın, inanç ile yaşantının, bilim ile imanın birbirinden ayrıştırıldığı bu devirde hayatını, inancını, sanatını aynı potada eritebilmek…

Buzda Yürüyüş, sahiden de farklı bir şey arayanlar için; daha doğrusu hak edenler için.

***

Tadımlık niyetine:

“Gece uyandığımda bir hayvan bacaklarımın üzerinde uyuyordu. Kıpırdadığımda benden daha çok korktu. Galiba bir kediydi. Fırtına o kadar şiddetlendi ki hatırlayabildiğim kadarıyla daha önce yaşadığım hiçbir şeye benzemiyordu. Kara bir sabah; sabah kendisini böyle kapalı ve soğuk bir şekilde ancak bir felâketten, bir salgından sonra tarlalara yayar. Kulübenin rüzgâra maruz kalan tarafına kar yığılmış; karın beyaz hatlar çizdiği simsiyah tarlalar. Fırtına o kadar güçlüydü ki kar evleklerin içine hiç girmemiş. Derin, takip eden bulutlar. (…)

Rottenacker’de Tuna Nehri’ne ulaştım; köprü gözüme öyle çarpıcı geldi ki uzun süre aşağıya, suya baktım. Akıntıya karşı savaşan boz benekli bir kuğu vardı ama olduğu yerde kalakaldı çünkü akıntıdan daha hızlı gidemiyordu. Arkasında bir değirmen çarkı; önünde aşağı doğru hızla akan su, yani sadece ufak bir hareket alanına sahipti. Bir süre tepindikten sonra bulunduğu yerden kıyıya geri dönmek zorunda kaldı. İnşaat araçları, traktör lâstiklerinin pisliği, alçak bulutlar. Birdenbire okul çocuklarının arasındayım – okul çıkışı. Köyün bitiminde onlar beni süzüyor, ben onları.”

***

Superman, Batman’la kapışırsa

Wittgenstein’ın kütüphanesini görme bahtına erenlerin bir kısmının şaşırdığı konu şuydu: Mantık, matematik ve dil felsefesi alanlarında çalışan yirminci yüzyılın en büyük filozoflarından birinin kütüphanesi, nasıl oluyordu da bunca polisiyeyi bünyesinde barındırabiliyordu? Polisiye, evet. Şu alt tür yani.

Modern zihne özgü, o zihnin ürettiği ve yine aynı zihin tarafından ‘tüketilen’ bu tür, nedense çoğun küçümsenerek ıskalanır. Tıpkı çizgi roman gibi. Tuhaftır, ülkemizde tıpkı çizgi film gibi çizgi roman da çocuklara hasredilmiştir.

Ne yaman yanılgıdır bu hâlbuki. Çünkü en az roman kadar çizgi roman da kendine mahsus bir ifade türüdür en azından. Edebiyattan, resimden, fotoğraftan, tiyatrodan ve sinemadan pay alabilen başka bir sanat türü söyleyebilir misiniz?

O yüzden çizgi romanı da, çizgi romanların sinema uyarlamalarını da ciddi bir keyifle takip ederim. Ne bundan önceki Superman uyarlamalarını kaçırmışımdır, ne de herhangi bir Batman filmini.

İki ayrı karakter, iki ayrı dünya

İlkin 1938’de DC Comics tarafından çizgi roman konseptiyle yayımlanan Superman, çok geçmeden Amerikan kültürünün temel kültlerinden biri hâline gelir. 1978 yılında çekilen ve Christopher Reeve ve Gene Hackman ile Marlon Brando’nun başrollerini paylaştığı Richard Donner imzalı ilk Superman, bu uzun soluklu sinema dizisinin tartışmasız en iyi örneği. Belli ki bu başarıda Baba serisinin yazarı Mario Puzo’nun senaristliğinin katkısı büyük.

Dünyaya çok uzak Kripton Gezegeni’nden geldiği için olağanüstü güçlere kavuşur Superman. Bu güçlerini adaletin emrine amade kılar. Tanınmamak için sakar gazeteci Clark Kent kılığına bürünür.

Sonraki Supermanlar da, Batman serisi de, yalnızca çizgi romanseverlerin ve çocukların değil, belli bir miktar farklılıklarını yitirmeyenlerin ilgilerini şu veya bu oranda çekmeyi başarmıştır. Özellikle Christopher Nolan imzalı 2005 tarihli Batman Begins/Batman Başlıyor gibi çizgiüstü başarıları ayrıca anmak şart.

Süper güçsüz süper kahraman

Batman da 1939’da Detective Comics’in 27. sayısında, elbette DC Comics bünyesinde ilk kez yayımlanır. Öbür kahramanların zıddına hiçbir doğaüstü gücü yoktur. Gücünü, bizzat tasarladığı yarasa kostümünden ve aynı temadaki teçhizatından alır.

Gotham adlı hayali şehirde yaşayan ve gizli kimliğiyle kötülere karşı amansızca savaşan Batman, aslında bir milyarderden başkası değildir. Evet, gene gizli kimlik. Psikanalitik okumaya açık birçok öğe, her iki çizgi karakterde de bolca bulunabilmekte. Hafife almak, hafiflik demek yani.

Televizyon yapımları, televizyon dizileri ve televizyon için yapılmış çizgi filmler…

Hem Superman, hem Batman, 80 yılı aşkın ömürleri boyunca inişli-çıkışlı ama istikrarlı bir performans sergileyegeldiler. Çizgi romanlarda birden fazla macerada aynı karelerde yeraldılar. Bazen birlikte savaştılar, bazen birbirlerine karşı.

İki dostun düşmanlığı

Batman v Superman: Dawn of Justice/Batman Superman’a Karşı: Adaletin Şafağı adlı 2016 tarihli THY destekli filmde ikili, şimdilerde sinemada da aynı karede görünmekte. Zack Snyder imzalı filmin başrol oyuncuları Ben Affleck, Henry Cavill ve Amy Adams.

Filmin birçok ilginç hususiyeti var. Belki de en başta anılması gerekeni süresi. Film, bu tür yapımlarda pek göremediğimiz, iki buçuk saat gibi bir süreye sahip. Peki sıkmıyor mu? imdb’deki (şimdilik) 7,0’lık puana rağmen açıkça söyleyelim: fazlasıyla!

Niçin? Aynı açıklıkla devam edelim: Oyunculuk, yönetmenlik, hikâye, en iyi ihtimalle vasat düzeyde. Özellikle hikâyede kimi yananlamlar veya altmetinler aramak boşuna. Karakterler de, olay örgüsü de sığ ve tekdüze ele alınmış.

Ayrıca, iyi bir çizgi roman uyarlaması, sanıldığının aksine ilk bakışta çizgi romanı andırmamalı. Evet, kısmen çizgi roman estetiğinden izler taşımalı ama çizgi romanın iki boyutlu dünyasına kendisini hapsetmemeli. Film boyunca eksikliği en çok hissedilen husus, sanırım bu tekboyutluluğa gömülme meselesi. Hem de bunca uzun sürede araya sıkıştırılan onca ayrıntıya rağmen.

Gerek olayların ayrıntılarında, gerekse karakterlerin gelişiminde boyutsuzluk hissi peşinizi hiç bırakmıyor. Junkie Xl ve ünlü Hans Zimmer imzalı müzik, bunca zayıf bir karakter ve olay yumağına ne oranda bir derinlik katabilirdi ki.

DC Comics’in Adalet Ligi esprisine zemin teşkil etmesi istenen yapımın arkası gelecek, belli.

Her iki hayali karakterin de daha iyisini hakettiğini belirtmekle yetinelim.

Galiba James Bond karakteri gibi Superman da, Batman da zamanın çarkları arasına sıkışmış durumda. Belli ki ya yenilenerek çıkacaklar bu çarkların arasından yahut da yalnızca bir avuç ilgilisinin merakına seslenebilecekler ancak.