Stanley Kubrick’in 2001: Uzay Yolu Macerası adlı filmi, bilim kurgu sinemasının da, edebiyatının da dönüm noktası. Bu filmin akabinde hem tür ikinci sınıflıktan kurtulup belli bir itibara kavuştu, hem de muhatabı değişti. Bilim kurgu bir alt tür olmaktan çıkıp ‘tür’ kabul edilmeye başlandı. Bilim kurgu bir yanıyla hayal gücünden güç devşirip başka hayalleri tetiklerken öbür yanıyla da mühendisliğe de kendi ışığını düşürebilmekteydi. Hayalgücüne en uzak alana, evet. Ayrıca şimdilerde beherimizin elinden düşürmediği tabletin de, cep telefonunun da görücüye bilim kurgularda çıktığını unutmamak lâzım.
İnsan bir ayağıyla maziye bağlı, öbür ayağıyla atiye bitişik bir ânın tutuklusu…
O yüzden de insan, hem bizzat kendisinin, hem içinde bulunduğu çevresinin, hem de bütün insanlığın geçmişini merak etmeden duramayan bir varlık. Belki de tam bu yüzden boşlukları doldurmaya meyyal hayal gücünün de katkısıyla maziyi, ihtiyaca binaen her daim yeniden şekillendirmekten çekinmez. Bu inşa, belli-başlı teknik şartlara ve şu veya bu mikyasta usûle mütenasipse adı da fevkâlade muteberdir: tarih.
Ne ki insanın tarih kadar, bazı durumlarda ondan bile fazla merak ettiği, modern zamanlardan itibarense aynı zamanda yönetmek ve yönlendirmek istediği asıl saha ati.
Öyle ya, kişinin, insanların, hatta insanın istikbali gelecek tasavvuruyla irtibatlı.
Eski toplumlara göre zamane insanının belki yeni bir imkânı, nasıl bir gelecek düşlüyorsa onu gerçekleştirme fırsatına yakın düşebilmesi. Doğru, kültürler için olduğu kadar devletler için de, milletler için de aynen geçerli bir durum bu. Ve hatta yeni zamanların efendisi şirketler için de.
İdeolojiler için de. Yahut düzenler.
Misâl: Yeni Dünya Düzeni’nin geleceğini kim merak etmez ki?
Gelecek Avuçlarımızın İçinde
İhmal etmeyi seçtiğimiz bir olgu: Tarihin esasını kavramakla yetinmeyip geleceğe yön vermek fikri, hamhayalin ötesine teknolojik malzemelerin artmasının akabinde geçti. Evet, insanın kendinde geleceği şimdiden şekillendirme hakkını görmesi, zatına ilâhi bir kudret atfetmesinden başka bir şey değil. Ama meselenin şurasını da teslim etmek durumundayız: Bir dünya görüşü hüviyetiyle pozitivizm, mensuplarına bundan başka ne vaadetmekteydi ki!
Bilim kurgu, insanın muhayyel tarih tasavvuruna denk gelen bir meşgale. Edebiyatta, hususen de popüler edebiyatta, tiyatroda, çizgi romanda ve en çok da televizyonda kendisine yer bulan bir saha. Tarihin hiçbir döneminde görülmediği miktarda büyümüş çokuluslu şirketler, tağutun şahına dönüşmüş ceberrut sanayi kuruluşları, insanlığın yakın ve uzak geleceğini şimdiden, kelimenin en hakiki manâsıyla şekillendiredursun, sinema; büyük şirketlerin vahşi plânlarına nispetle sıklette daha hafif ama icraatta denk bir işlev üstlenmişti: Sıradan insanların zihinlerini geleceğe hazırlamak.
Edebiyatta, sanatta ve düşüncede gelecekçilik şeklinde karşılığını bulan bu anlayışa göre insanlığı, Mağara Devri’nden itibaren kademeli bir şekilde geliştiği için gelecekte, geçmişe nispetle çok daha parlak bir istikbal bekliyor. İnsan, kendisini sefilleştiren tutkularından arınacak ve kutsal kitapların tasvir ettiğinden bile çok daha güzel bir dünya cenneti kuracak. Zulüm, acı, gözyaşı, hastalık, felâket bu cennetin kapısının dışında kalmaya mahkûm. İnsanlık hep iyiyi, güzeli, doğruyu arayacak ve bulduklarını hemcinsleriyle paylaşacak. Böylelikle de toplum refahı her gün biraz daha artacak.
Ütopyaya Nispetle Distopya
Hangi yaşını sürerse sürsün insan, masalsız edemeyen bir varlık. Bu güzelim gelecek tasvirlerine inananlar kadar reddedenler de vardı elbette. Onlar da gelecekçilere nispetle çok daha karanlık, distopik bir istikbal çizmekteydiler: “Gelecek mi dediniz? Görmüyor musunuz insanın şu iflâh olmaz bencilliğini; şu yüz kızartıcı açlığını? Teknik imkânlara kavuştukça insanlar, doğalarından getirdikleri tutkularına daha bir sarılacak ve sadece çevreyi değil, hemcinsini de tarumar etmekten geri durmayacak. En azından küçük bir azınlığı”.
O yüzden en geniş anlamıyla bilim kurgu literatürü, kitlelerin nezdinde kısmi saygınlığını hâlen daha koruduğu 70’li, 80’li yıllardaki gibi tozpembe bir gelecek çizmiyor artık. Daha doğrusu çizemiyor. Öyle ya, teknik imkânların insanı nasıl da ‘sıhhatsizleştirdiği’ ortada değil mi? Soğuk Savaş Dönemi’nin ötekisini resmeden uzaylı yaratıklar yerine tehlike, içeriden, bizzat insanın kendisinden gelmekte artık. Kimileyin azgın bir dünyevileşme kılığında, kimileyin yapay zekânın arkasına saklanarak, kimileyin de insanı unufak eden robotların eziciliği üzerinden: Tanrılığa soyunan insanın, yaratığı tarafından katledilmesi…
Amerika Dışı Bilim Kurgu
Sinema da geleceğe kayıtsız kalamazdı.
Gözden kaçan husus ise şu: Stanley Kubrick gibi ünlü bir yönetmenin 2001: Uzay Yolu Macerası (2001: A Space Odyssey) adlı filminin akabinde türü ikinci sınıflıktan kurtarıp ihtiram edilen bir seviyeye taşımadan önce bile bilim kurgu ürünleri, teknolojiye yön veren bir keyfiyet arzetmekteydi. 2001: Uzay Macerası, bu etkiyi handiyse yönlendirmeye taşıdı: Şimdilerde beherimizin elinden düşürmediği tabletin de, cep telefonunun da görücüye bilim kurgularda çıktığını unutmamak lâzım. Hem de bilim kurgu filmlerinde bile değil, dizilerinde.
Sözün özü, bilim kurgu bir yanıyla hayal gücünden güç devşirip başka hayalleri tetiklerken öbür yanıyla da mühendisliğe de kendi ışığını düşürebilmekteydi. Hayalgücüne en uzak alana, evet.
Bilim kurgu filmleri nedense zihnimize hep Hollywood işi diye kazıtıldı. Hâlbuki Solaris bile bu yanlış imgeyi tek başına tarumar eylemeye yetmeliydi. Yahut erken dönemin şaheseri Metropolis. Fahrenheit 451, Kabuktaki Hayalet (Ghots in the Shell) veya Ganymed Operasyonu (Operation Ganymed) gibi, okyanusötesi örnekleri kadar bilinmese bile son derece nitelikli işleri unutmak kabil mi? Ve hatta animasyon harikası Fantastik Gezegen (La Planète Sauvage) adlı yapım, izleyicisini sahiden de başka dünyalara taşıyacak evsafta.
Ciddi bilim kurgu Amerika’da değil, Amerika’nın dışında.
Kat Kat Cilâ
Yine de meselenin apaçık bir tarafını teslim etmek durumundayız. Dünyanın öbür yerlerinde çekilen bilim kurgu filmlerine göre Hollywood yapımlarının çok belirgin bir üstünlüğü var: cafcaf.
İyi ama ya o görselliği paranteze aldığınızda? Çoğunlukla geriye pek birşey kalmaz. Başka bir ifadeyle Roland Emmerich’in işlerinde temsiliyete kavuşan bu tür bilim kurgu anlayışına göre filmden elinizde kalan yegâne şey, sadece gözboyamadan ibaret.
Daha adaletli davranmaya çalıştığımızda sonuç değişmekte mi? Meselâ Tarkovsky’nin Solaris’i ile Hollywood’daki yeniden çevrimi Soderberg’in Solaris’ini karşılaştıralım. Altını çizmeye dahi hacet yok gerçi ama yine de vurgulayalım: Steven Soderberg, Amerikalı yönetmenlerin arasında en Avrupalılardan biri. Buna rağmen sonuç ortada.
Bilim kurgunun iki tarafı keskin yüzünü ihmal etmeye gelmez. Çünkü bilim kurgu anlattıklarının bir tarafıyla hayal gücünü kamçılayan, öbür tarafıylaysa dumura uğratabilen bir vasıf arzeder.