Savaşın gölgesinde sanat

Pervasızlığını açık sözlülük diye kabul ettirebilmiş biri çıkıp da “Sanat için, özellikle de edebiyat için savaş, kötü değil, tersine son derece yararlı, dahası gereklidir” derse sakın şaşırmayın; patavatsızlığı ve insanları şaşırtmayı erdemleştiren günümüz ahlâk tavrını ciddiye alan böyle bir adama, şu ünlü “Her söz her yerde söylenmez.” kuralını çiğnediği için de kızmayın. Çünkü öyle bir durumda adam yalan söylemiş olmayacağı gibi, birçok köşe yazarının tersine yanlış bilgi de aktarmış sayılmaz.

İşin aslı bu: Tıpkı felsefe ve bilim gibi sanat da olağandışı şartlarda olağanüstü sıçramalar yapabilmekte. Dahası, dilim varmıyor ama felsefe ve bilimden daha da fazla sanatın olağanüstü şartlara, zorlanmaya, şaşırmaya, yokuşa sürülmeye gereksinimi var. Bu açıdan da tuhaf yaratık sanatçı; yokuşa sürülünce verimi artan biri.

Dilerseniz geçen yüzyıla şöyle göz ucuyla bir bakalım. Kalburüstü ne kadar bilim adamı, ne kadar felsefeci ve ne kadar sanatçı varsa, neredeyse istisnasız tümünün de her ne söylemiş ve yapmışlarsa bunları 1960’tan önce söylediklerini ve yaptıklarını göreceksiniz. Dikkat edin, bütün ‘büyük’ işler ya savaş yıllarında veya hemen ardında yapılmış. Örneğin “XX. yüzyılı belirleyen en önemli düşünürler kimlerdir?” diye sorguladığınızda karşınıza çıkacak isimlerin kesinlikle 50’li yıllara değin söylediklerini çoktan söylediğini, geriye kalan zamanınsa bu söylenenlerin anlaşılması ve yorumlanmasıyla geçtiğini göreceksiniz.

Savaş döneminin bereketi

Aynı durum örneğin sinema için de geçerli, resim için de. Resimde yüzyıla adını veren akımların ve anlayışların ortaya çıkma şartlarının da savaş yıllarına denk geldiğini görürseniz şaşırmayın. Bu tespitin istisnası gibi görünen durumlar da yok değil. Örnek mi? Sinemayı ele alalım.

Modern sinemayı nereden başlatmalıyız? Sesin veya rengin peliküle girmesini mi belirleyici tayin etmek doğru olur yoksa böyle görüntü ögelerinin kattığı küçük tatları bir tarafa bırakarak, -hoş, kimilerine göre sinemaya sesin, hele rengin girişi ancak sinemanın ölüme giden yolunu açmıştır ya; bu da başka bir konu- ilkin basit bir züppe eğlentisi olarak kabullenilen, ardından da kitlelerin afyonu hâline getirilen sinemaya itibar katan, dahası onu eğlencelik çerezden sanat düzeyine taşıyan dil ve anlatım evrelerindeki gelişmeleri mi önceleyeceğiz? Öyle ya, sinemaya bakıldığında, günümüz film dilinin geldiği noktada iki önemli kurgu grameri adımı kabul edilen Eisenstein’ın The Battleship Potemkin/Potemkin Zırhlısı ve Alexander Nevsky ile Orson Welles’ın Citizen Kane‘i savaşı hazırlayan o bunalımlı günlerde veya düpedüz savaşın içinde kurgulanmamış mıydı? Ya İtalyan Neo-Realismo’su? Savaş yıllarının ‘beyaz telefonlu filmler’ine inat ortaya çıkan bu İtalyan sinema anlayışı, savaşta saygınlığı sıfırlanan İtalyan kültürüne iade-i itibar kazandırmamış mıydı?

Söz sinemadan açılmışken, bir istisna gibi görünen Fransız Yeni Dalga’sını gözardı mı edeceğiz? Tersine. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bu anlayışta savaş şartlarının ne derece belirleyici bir önem arz ettiği, ilgililerinin bilmedikleri bir nokta değil.

Kapitalizmin ilk hâli

Öyleyse ne oldu da İkinci Dünya Savaşı sonrasında, öncekilerle karşılaştırılabilecek zihin etkinlikleri ortaya çıkmadı?1960’lara gelindiğinde insanlık bir değişim geçirmiş ya da bütün yaratıcı kafalara saksı filân düşmüş değil. Ne ki sorunun karşılığını bu düzey düşüşü evresinde değil de yükseliş aşamasında aramalıyız. Önceki yüzyılda kölelikten ve sömürgecilikten cüzdanını şişiren, göbeğini patlatırcasına dolduran Batılı kapitalist, XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde köleliğin en modern ve en acımasız formlarını geliştirmiş, sömürgeciliğin en verimli ve en az giderli yöntemlerini sistemleştirmiş hâldedir.

Yalnızca proleter denilen ve kentlerde çalışan fabrika işçisi değil, küçük memur, köylü, çiftçi, kısaca üreten ne kadar sınıf varsa tümü, köleliği aratmayacak görünmeyen boyunduruklarla güdülebilmiş; askerinden valisine değin kurumsallaşmış klâsik sömürgecilik düzeni yerine oturtulan yerli kuklaların taşeronluğu üzerinden yürütülen görünmeyen sömürü ağıyla Batı dışı bütün toplumlar, şu veya bu oranda Batı için çalışır duruma getirilmiştir. Artık Batılıya kalan, bu bitimsiz ve ölümsüz gibi gözüken düzenin semeresiyle daha bir semirmek ve gününü gün etmektir.

Ne ki birden kimsenin pek anlam veremediği bir şeyler olur ve güzel güzel yürüyen bu yapı, birden dinamitlenmeye yeltenilir; hem de içeriden. Söyledikleri ne olursa olsun, asıl niyeti şu olan biri çıkar: “Pastadan daha büyük pay isterim!”

Savaşın acıları ve edebiyat

Yersiz gibi görünen bu istek karşısında sömürü düzeninin efendileri bir araya gelir ve pazarlığa otururlar. Ne ki bu pazarlık, Batı dışı toplumlarla yapılan pazarlığa benzememekte ve taraflar öyle kolaycana ikna edilememektedir. Masada hâlledilemeyen dünyanın gelirlerini paylaşım tartışması, Batılı ülkelerin hinterlandlarında çözümlenmek üzere alanlara taşınır. Bu arada olup bitenlerden, sıradan insanlar denli zarar gören orta sınıf Avrupalı aydın kadar yaratıcı kafalar da, kurulan bu harika düzenin sürgit devam etmesi yerine tarafların birbiriyle kapışmasına ve binlerce hemcinslerinin ölmesine anlam veremezler. Kimi düpedüz absürtlükle adlandırır bu durumu, kimi Godot’yu beklemeyi seçer. Fakat bu kardeş kavgasının anlaşılması sahiden de zordur. O yüzden de hem Avrupa’dan hem Amerika’dan birçok yazar, savaşa katılarak veya savaşın yıkımlarından etkilenerek savaş karşıtlığını destanlaştırır.

Ernest Hemingway’in Silâhlara Veda‘sından tutun da Heinrich Böll’ün Savaş Bitince‘sine, öbür yakadan Mihail Şolohov’un Vatan İçin Dövüştüler‘inden Boris Pasternak’ın Doktor Jivago‘suna değin birçok roman, bu anlatılması zor durumu anlatmayı dener.

Söz savaş karşıtı edebiyattan açıldığında Lev Tolstoy’un Savaş ve Barış‘ını da unutmamalı. Fakat sanırım bu türün en ünlü ve en yetkin örneği, yayımlandıktan sonraki ilk 18 ayda 25 dile çevrilen Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı romanı. Tabii bu romanı 1930’da filme çeken unutulmaya mahkûm filmlerin yönetmeni Lewis Milestone’un bu unutulmaz başyapıtını da anmamak olmaz. Değil savaş karşıtı filmlerin, dünya sinema tarihinin en etkileyici ve en büyük filmlerinden biridir All Quiet on the Western Front.

Savaşın üzdüğü sardunyalar

Fakat savaşın dünya sanatına kazandırdığı en büyük değer, bence bu isimler de değil ürünleri de. Savaşın çocuğu denmeyi hak eden bu isim, yalnızca Alman edebiyatına değil dünya kültürüne de farklı tatlar ve teknik olanaklar sunmasına karşın bizde ne yazık ki pek tanınmamakta. Sözünü ettiğim kişi Üzgün Sardunyalar adlı hikâye derlemesiyle ülkemizde ancak sınırlı bir okur öbeğinin ilgisini çekebilmiş Wolfgang Borchert.

Aynı zamanda hayatıyla sanatı arasında birebir mutabakat bulabileceğimiz ender yazarlardan biri Borchert. Hayatı da tıpkı eseri gibi kısacık; hem yapı bakımından böyle bu hem de ifade türü bakımından. Bir ilkokul öğretmeninin tek çocuğu olarak dünyaya gelen ve bu dünyada gördüğü her şeyle çekingenlik merkezli bir ilişkiye giren Borchert, 15 yaşında başladığı şiir yazma işini daha sonra hikâye kılığına taşır. Günde birkaç şiir birden yazmak ve yazdıklarını anne babasına okumak, olağan çocukluk uğraşıdır ona göre. Tuhaftır, o yıllarda yazdıklarını bile düzeltme gereği hissetmez. Daha tuhafı, bu bir çırpıda yazılanların sahiden de düzeltilmeye ihtiyaçları yoktur.

Tiyatroya ilgi duyduğu yıllarda, kaderi ona asıl oyununu oynar ve veremin pençesinde kıvranan bu hastalıklı genç askere alınır. Doğu Cephesi’ne sürülür ve orada Ruslara, bir de kara karşı savaşır. Yazdıklarındaki apak anlatımda belki de Moskova karının da payı vardır. Her fırsat bulduğunda kaleme sarılır ve o kısacık dinlenme sürelerinde, belki de ayrımında olmaksızın Alman edebiyatı için yeni bir türe imza atar: kıpkısa hikâye. Bu, insana ‘ne bir eksik, ne bir fazla’ hissini veren hikâyelerde doğru dürüst bir olay bulamayacağınız gibi, şöyle gönülden özdeşleşeceğiniz bir kahramana da rastlayamazsınız. Hiçliğin ve boşluğun tarifsiz boğuculuğu ve okurunu anlamsızlığa sürükleyen bitimsiz bir karamsarlık. Wolfgang Borchert hikâyelerindeki bu ölü durgunluk, tuhaf bir biçimde okurunu bir şeyler yapmaya zorlar; savaş için, insanlık için…

Sakın ha, salt grotesk metinler olarak anlamayın Wolfgang Borchert hikâyelerini. Bu açıdan Kafka’yla karşılaştırılması bile yanlışlara yol açabilecek biri. 26 yaşında öldüğünde, bu kısacık hayata nasıl sıkıştırdığına insanın şaşmadan edemediği epey ürün bırakan yazarın son yazısı ne bir şiirdir ne de bir hikâye. Hiçbir kitleye açıkça okunamasa da, hastalıkla cebelleştiği sırada kaleme aldığı bu yazı, savaş karşıtı bir bildiriden başka bir şey değildir.

Fakat geçen yüzyılın ilk yarısındaki savaşlarda gözlemlenen sanat verimliliği, ikinci yarı için geçerli değil. Dikkat edin, bu verimlilik artışını Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’ı işgal etmesiyle çatallanan savaşta görememekteyiz. Peki, nasıl oluyor da modern insanı tuhaf bir biçimde canlandıran zorluk şartları bu savaşta devreye girmedi? Sakın bu verimsizliğin nedeni Amerika’nın Vietnam’a saldırmasındaki akıl ve havsalayı burkucu gerekçeler olmasın!

Sahiden Vietnam’dan geriye hiçbir şey kalmadı mı? Vietnam’da yaptıkları hesapsız vahşetin etkisiyle kendilerini ‘gazaplandırıcı tanrı’ konumuna yükselten ama sivil hayata döndükten sonra sıradan insan olmayı hazmedemeyen Amerikan askerlerinin ‘dramlarını’ yansıtan binlerce film… Anlaşılan, bir savaşın zihni ve ruhu zorlayabilmesi ve bu zorluklardan verim devşirilebilmesi için savaşın kendisi kadar o savaşı hazırlayan şartlar da önemli.

Karşıtlık edebiyatı ve…

Demek ki savaşın yalnızca yıkım getirdiğini söylemek, ancak kadınlar ile çocuklara özgü ve ancak onların hoşuna gider. Bu görüşle birlikte rahatlıkla aynı kefede oturabilecek ‘hiçbir savaşın haklı sayılmayacağı’ biçimindeki son zamanların pelesenki de aynı çocuk muhakemesinin ürünü; üstelik hiçbir naiflik de barındırmamakta. Hiçbir haklı gerekçe getiremeyecek bu görüş, savaş karşıtlarının ‘savaşma seviş’ten sonraki en önemli sav sözü hâline gelmiş durumda.

Farkında mısınız bilmiyorum, bu minvaldeki savaş karşıtı söylemler, özellikle saldıran tarafla savunan tarafı birbirine karıştırmaya ve her ikisini de ‘savaşan’ başlığı altında değerlendirme göz boyamacılığında. Ülkesine saldıranların geri püskürtmek için canını fedaya hazırlanan ile o ülkeye saldıran, hiçbir ayrım gözetmeden ‘savaşan taraf’ adıyla değerlendirmek ve saldırganın suçuna ortak etmek de ancak bu binyıla özgü olabilirdi.