Türkiye’de genel geçer sanat anlayışı içerisinde en şaşılası durum, sanatı bir yetenek işi ve sanatçıyı ilham alan biri saymak olsa gerek. Felsefenin, özellikle de dil felsefesinin en üst katmanlarında at koşturan bir nesilden gelmek, tam burada anımsanınca, şaşkınlığın daha da artmaması olanaksız. Ne ki kerli ferli kalem erbabının bile diline doladığı bu tür sözlere karşın, gerçek sanatın ne tür bir etkinlik olduğunu kavramış yazarlarımız da yok değil. Yazdıklarını okudukça ilk izlenimimi katmerleştiren bir avuç yazarlardan biri durumundaki Kemal Tahir’in, 80’li yıllarda kendisiyle tanışmamı sağlayan, aylık sanat ve kültür dergisi Yansıma’nın, Haziran 1972 tarihli Günümüz Türk Hikâyesi Özel Sayısı’ndaki yazısına bakalım:
“Yaratışlarıyla [‘yaratılışlarıyla’ olmalı (HY)] kendilerine sanatın cevheri verilmiş hikâyecilerimizin hemen hepsi, daha ilk eserlerinde (ilk kitaplarında), okurları büyük umutlara düşürerek, hikâyeciliğimizin orta çizgisini kolayca tutarlar, ama, bu çizgiyi pek azı aşabilir. Bir kısmı, hikâye yazmayı, körpeliğin geçici sanat heveslerinden sanıp bırakır, kaybolur gider. Bir takımı da, ilk vardıkları yerde, ömürlerinin sonuna kadar debelenir durur.
Kaybolup gidenler gibi, kolayca vardıkları orta çizgide takılıp kalanlar da, amatörlüğü yenememiş olanlardır. Amatörlük, yaratılışın verdiği sanat cevherini çalışarak geliştirmek inadından, yaratıcılığın çilesini çekmek sabrından yoksun olmaktır.
Orta çizgiyi aşanlar, kendilerine yaratılıştan verilmiş sanat cevherini ömürleri boyu çalışarak geliştirenlerdir.”
Kemal Tahir, sanat üzerine düşünce ve kabulleriyle eserleri arasında birebir mutabakat bulabileceğimiz nadir Türk yazarlarından biridir. Sanat çalışmasını, ilkin sıra üstü yazarların ürünlerinden etkilenmişlikleri, edinilen kültürleri aşmakla başlatan Kemal Tahir, etki gücü yüksek yazarların etki alanından kurtulmanın harika formülünü de, ancak üstün sanatçılara özgü bir kavrayış gücüyle veriyor aynı yazısında: “Sanatçılar değerli kitapları, ancak eserlerinin tasarıları doğrultusunda aşabilirler.”
Gerçeğin değişkenliği
Edebiyat-sanat görüşlerini çok özlü bir biçimde ve şimşek hızıyla ele veren bu küçük yazıda Kemal Tahir, aynı zamanda, tasavvuftaki ‘tecelliyat’ bahsine denk gelen ünlü ‘gerçeğin değişkenliği’ konusuna da değinmekte. Türk sanatçılarını, öteki ülke sanatçılarından birkaç kat daha fazla çalışmak zorunda bırakan prangayı ‘çift gerçeklik’ diye adlandıran yazara göre, milli gerçeklerimiz ile, onun ifadesiyle ‘Batılaşma’ sahteliği arasındaki uçurumdan, en çok da sanatımız boyunduruk altında kalmakta. Birçok tarih gerçeğini yok sayması sağlanan, buna karşın ‘hakkından yüzde yüz gelemeyeceğimiz’ kimi yabancı gerçekleri kullanmak zorunda bırakılan, üstelik bir de dili yoksullaştıran Türk sanatçısının söz konusu bu boyunduruğu aşması için önerisi şu: “Konuştuğu gibi yazmak diye saçma bir lâf ediliyor. Bu lâfı, düşündüğü gibi yazmak biçimine soksak da saçmalamaktan kurtulamayız.
Bir eserin müsveddesi belki düşündüğümüz ve konuştuğumuz gibi olur ama, onun üzerindeki ileri sanatçı şuurumuzla çalışmazsak, meydana konulan şey, eser olmaz.
Sanatta, büyük sanatçının sahici sanat gücüyle işe karışmadığı basitlik, her zaman saçmaya daha yakındır.”
Edebiyat ne işe yarar?
‘Edebiyat ne işe yarar?’ sorusuna şu yalın karşılığı vermekte Kemal Tahir: Adamı zenginleştirip kat kat güçlendirerek insan etmeye zorlayan sanat. Bu insanlaştırmada kendisinin seçtiği yordam olan roman hakkında da şunları söylemekte: “Dünyadan haberi olmadan yerli, yerli olmadıkça da dünyadan haberli olunamaz.
Öğrendiklerimizden ne kadarını geçekten işe yarar kılabiliyorsak, ancak o kadarını öğrenmişiz demektir.
Büyük romanlar, büyük ırmaklar gibi akarlar. Yatakları hem geniştir, hem derin… Irmakların, yataklarını ancak denizlere kavuşurken derinleştirip genişletebilirler. Böylece, her büyük zaman, zaman içinde okyanuslara kavuşan bir ana yoldur.
Gerçekten insan dramını bulmuş romanlar, gündelik eşyaları bile dram kişileri haline getirebilen romanlardır.”
Bu sözlerinden hareketle, bazı sorular da belirginleşir: Gündelik eşyaları bile dram kişisi hâline getirebilmek için ne kıratta bir dile ihtiyaç var? Ve ortaya konacak dili taşıyacak sanatçının ne gibi vasıfları veya hangi sorumlulukları taşıması beklenir?
Bir ödev varlığı
Kemal Tahir’in bir yazar sorumluluğuyla, hem kendisine, hem de bazı isimlere verdiği cevaplar bulunan notlarından yola çıkarak bunun izini sürebiliriz. “Bugünkü bir Türk edebiyatçısı olarak memleketimize ve dünyaya karşı ne gibi sorumluluklar taşıyorsunuz?” cümlesi için dile getirdiklerine bir bakalım:
“Bu sorunuz üstüne J. Paul Sartre’ın bir Afrikalı yazara, hikâye yazmayı bırakıp memleketinde ilkokul öğretmeni olmasını öğütlediğini hatırladım ve Sartre’ın sorumluluk anlayışındaki çarpıklığa çok şaştım. 1839’larda, Fransa’da Sartre kadar geniş kültürü ve felsefe bilgisi olmayan yüzbinlerce basit insan, faşizmin yolunu kesmek için sokaklara çıkmış, dövüşmüş, kurban vermişti. Bu sıralarda, Sartre ve arkadaşları, Hitlerizmin insanlığa hazırladığı kıyameti hiç mühimsemeden kuytu kahvelerde, bardakları karşısında felsefe tartışmaları yapmaktaydılar. İkinci Dünya Savaşı patladı. Fransa’yı bilinen biçimde yere serdi. Sartre başta olmak üzere arkadaşlarından çoğu direnmeye girdiler. Yiğitçe döğüştüler. 1945’ten sonra, tarihin görmediği bu en kanlı savaşın getirdiği bıkkınlık karşısında, insanlar -bilhassa orta sınıf aydınları yeniden küçük adamın- savaştan Hitler kadar suçlu bu zavallı Batı uygarlığının hoşuna gidecek bunalım edebiyatına ve fikriyatına daldılar. Böylece, 1936’da kapıldıkları aylaklığın garip bir şekilde faydasını gördüler: Felsefe ve fikir oyunlarında, kendilerini vaktiyle döğüşe vermiş olanları kolayca geride bıraktılar. İş bölümü denilen çok önemli sosyal zorunluğun değerini, bir batılı düşünür olan Sartre, doğululardan daha iyi bilmeli, ölçüsünde daha az yanılmalıydı.
Bu açıdan, Sartre’ın Afrikalı yazara öğüdü hiç umursamadan, bir tek sorumluluk taşıdığımı, onun da, insanları gerçekten yüceltecek büyük romanlar yazmak olduğunu söylüyorum!..” (Juhanson adlı İsveç Türkoloğu’na verdiği cevaplardan… Notlar / Sanat Edebiyat, Bağlam Yay. s. 38).
Yerleşmeyen kelimelerle edebiyat yapmak
Kemal Tahir’e göre, birçok aydın gibi yerleşmemiş kelimelerle edebiyat değil hiçbir şey yapılamayacağı, Atatürk’ün ilk zorlamaları kati surette ispat etmiştir. Bazı sosyal ve ekonomik kanunlar, ne kadar büyük veya ne kadar kudretli olurlarsa olsunlar, devlet tarafından müdahale edilemezler. Müdahaleye başvurulduğunda ister istemez vazgeçmek zorunda kalınır. Dilin sadeleşmesi de aynı böyle sosyal olaylardandır. Bir dil, bir neslin canı istediği için zorla sadeleşemez. Bu zorlamalar, mevcut sadeleşmeyi az veya çok, gerek samimiyetle gerekse kolay bir oyuna kapılarak kendilerini bu işe adayanların halka kelime teklif etmelerinden ileri gelir.
***
Kuyruklu yıldızın altında
Senin Adın (Kimi no na wa), Japon yönetmen Makato Shinkai imzalı ve yine Shinkai’nin aynı isimli romanından uyarlanan bir anime film. Birçok Japon filminde karşılaşılan bir temadan yola çıkan film, gördüğü rüyaların ardından bir başkasına, hatta hiç tanımadığı birine, karşı cinsine dönüşen, birbirlerine kırmızı iplerle bağlanmış iki insanın hikâyesine odaklanıyor.
Japonya’da Spirited Away’in rekorunu kırarak en çok gişe hasılatı yapan anime, çizimleriyle, kullanmayı tercih ettiği renkler ve yarattığı farklı zaman algısıyla seyircisini, başından sonuna değin perdeye kilitlemeyi başarıyor. Ancak tüm bunlar, olayın anlatımındaki yüzeyselliği ve derinlikten uzaklığı gizlemeye yetmiyor. Film, iki ergen gencin yaşadıkları ve başından geçen olaylar ekseninde sıkışıp kalıyor. Her şey tek bir katmanda olup bitiyor.
İtomori kasabasında kız kardeşi ve büyükannesiyle yaşayan liseli kızımız Mitsuha’nın babası validir ve kasaba bir seçim koşturmacası içindedir. Mitsuha, bütün bu gürültüden kaçıp Tokyo’ya gitme hayali kurmaktadır. Esas oğlanımız ise hayatını Tokya’da yani şehirde sürdüren, okuldan arta kalan vakitlerinde bir İtalyan restoranında çalışan Mitsuha ile aynı yaşlardaki Taki’dir. Mitsuha ile Taki bir gece uykuya dalarlar ve sabah uyandıklarında bedenleri yer değiştirmiş şekilde uyanırlar. Artık biri kız, diğeri de erkektir.
Bu olayın ardından beden değiştirme hâlini sık sık yaşamaya başlarlar. Önceleri kendilerini hâlâ rüyada hisseden bu iki genç, durumlarının farkına varmalarından sonra günlük tutarak başından geçenleri birbirlerine aktarırlar. Hayatlarına farklı bakışlarla dokunup güzelleştirmeye çalışırlar. Aralarındaki yabancılık, gitgide, bırakamayacakları bir bağlılığa dönüşür. Hatta bu bağlılık, öyle perçinlenir ki, zamanı geriye döndürerek kasabaya çarpıp orayı yerle bir eden kuyruklu yıldızın yörüngesini bile değiştirebilir bir hâle gelir.
Filmde, Ozu filmlerindeki gibi bir tarafta taşra kültürü, diğer tarafta ise modern Japonya vurgusu dikkat çeker. Japon aile hayatındaki geleneksel motiflere ve âdetlere yer verilen sahneler, kasabaya çarpan kuyruklu yıldızın ‘modern zihniyet’in ta kendisi olduğunu düşündürür. Bu iki genç aslında, filmin Japon animesine getirmeye sıvandığı yeni soluğu da temsil eder. Her şey geri döndürülebilir ve her şeye yeniden başlanabilir. Bunun için birbirine bağlı iki insan yeter de artar bile.
Japon rock grubu Radwimps’in, filmin ritmine eşlik eden müzikleriyle bütünleşen anime, bakalım istenilen, aranılan yeni damarın yolunu açabilecek mi?