Çökmeye yüz tutmuş bir toplumun çöküntü güzergâhını, en temel kavramların bile tanımlanamamasının belirlediği parmak izlerini takip ederek belirleyebilirsiniz.
Alex Corbin
Epigrafladığım yargısını dillendirirken, yapısı gereği tanımlanamazlığa yakın duran, dahası, tanımlandığı anda hemen başka bir formun kucağına koşan kimi kavramların varlığının Alex Corbin de farkındaydı. Demek ki asıl vurgulamayı amaçladığı, tanımlanamaz kavramları da tanımlanamazlığı içinde bir ön-tanıma olsun tabi tutarak, adı geçen kavramlarla iş görecek tanımayı sağlamak. Öyleyse her ciddi tanım girişimi, kendinden öncekilere dayandığı oranca hatadan korunabilmiş olmak durumunda. Tersi durumunda, yani her ne olursa olsun orijinal olmaya sıvanan bir tanım, öncü olmanın aksaklarını barındırmayı göze almak zorunda. Bu aşamada şöylesi bir tespitte bulunabiliriz: Tanımda öncelenen, orijinaliteden çok, bilinenlerin farkındalığını koruyarak eksiği, gediği kapamak olmalı.
Tanımı gereği tanım, bünyesinde tüm barındırdıklarını kapsar ve tüm dışarıda bıraktıklarını açıkça dışlar nitelikte olmalı. Ancak böylelikle zihinde amaçlanan kesinlik ve keskinlik, işe yararlık düzeyinde elde edilebilir.
Tanımsızlığın doğurduğuysa akla gelen ve gelmeyen tüm türevleriyle karmaşa. Ne, kim tam olarak ne söylediğinin farkında olduğunu savunabilir böyle bir durumda, ne de kimse bir başkasının söylediğini denetleyebilir; söyleyenin argümanlarını geriye doğru izleyip söylenilene kaynaklık edeni belirleyerek, oradan da yeniden aynı sonuca ulaşmayı deneyebilir.
Herkes sanatçıyı bilir
Ötekilere temsil olsun diye yalnızca bir örnek seçelim. Dahası iş görmemizi kolaylaştırsın diye, handiyse gündelik hayatın temel malzemelerinden biri hâline gelen/getirilen ve öncelikle görüntülü medyanın çığırtkanlığıyla daha 7 yaşına gelmeden herkesin ‘öğrendiği’ bir kavramı merceğe alalım. Aynı zamanda öyle bir kavram olsun ki bu, ne entelektüellerin pelesenklerinden olsun, ne de yalnızca toplumun dolaşımında kalmış olsun. Demek ki seçeceğimiz kavramı neredeyse her duyan, “O da ne demek!” yerine “Ha, o mu? Onu da bilmeyecek ne var!” diyebilsin. Fakat aynı zamanda yine konu edindiğimiz olguya da sonuçları bakımından katkısı olsun.
Kısaca, öyle bir kavram olsun ki kavram karışıklığının estirdiği yelin havalandırdığı toz-duman arasında aklı ayıklar bile, en azından zaman zaman sahicisi ile sahtesini ayırabilmekte zorlanabilsin. Her şeyin olduğu gibi merakın da yapayının, ciddi biçimde ruhu zarara sürükleyiciliğini anımsayarak, ele almayı deneyeceğimiz kavramı dile getirelim: sanatçı.
İlkin, ne diye sanat değil de sanatçı? Mademki zihni bir berraklanma amaçlanmış, öyleyse niye sanat değil de sanatçı?
İlkin sanat değil de sanatçı çünkü sanat adı anıldığı anda gerek entelektüel algıdaki çağrışımları, gerekse toplumun o kavrama yüklediği üst düzeylilik havası, amaçladığımıza, kavramın meslek adı olanından daha uzak. Çünkü sanat, yapısı gereği seçkinlerin uğraştığı ve hakkında seçkince bir tarzda konuşulabilecek bir uğraşken, bu seçkinliğin kendisinde aranmadığı bir tür uğraşdaş, nasıl oluyorsa, sanatın yüceliğini kendisinde aratmadan olağan/sıradan bir kişi/kişilik olarak toplumun karşısına çıkabilmekte.
Sanatçı toplumunun nesidir?
Peki nasıl? Nasıl oluyor da sanat kendini toplumdan saymamak için ellerinden geleni ardlarına bırakmayanların ilgi alanlarında başat bir yer işgal edebiliyorken, bu ilgilerini o saymamacada önde gelen gerekçelerden biri varsayarak öne sürebiliyorlarken, sanatla uğraştığı varsayılanlar, istisnasız topluma mal edilebiliyor? Bir sahtelik olmasın işin içinde?
Bakalım.
Doğrusu çağımız, bir öncekinden devraldığı terekenin içeriğinden mi ne, her şeye sahtesinin musallat olmasını kışkırtıyor gibi. Hangi yöne hangi açıyla bakılırsa bakılsın görülecekler, nitelikçe, bakana şu doğruyu itirafa mecbur bırakmakta: her şeye sahtesi musallat.
Bir sonraki evresi musalla taşı olan bu tasallutun en sık göründüğü alan, sahicinin ortalıkta görülmediği/gösterilmediği aşamada ortaya çıkar ve gelir gelmez ilkin sahicinin pabucunu dama atar. Gerçek sanatın gün yüzüne çıkma şansının tanınmadığı bir ortamda ortalığı dolduracak veriler de ancak sahte ürünler olabilirdi. Bizde de öyle oldu/olmakta.
Yine şu ‘Sanatımsı’
Bir de, ne sahte, ne de sahici olan; ikisinin arasında bir yerde duran ve kimi bakımlardan sahicisine yakın gibi konumlansa da, asılda bedenin olmadık yerlerinde çıkıntılanan ur benzeri bir özür örneği ‘sanatımsı’ var. Başka bir yazıda işaretlediğimiz biçimiyle vurgulayalım: İlk anda en keskin gözleri bile kandırabilecek denli ustaca alalanmış bir veri türü sanatımsı ve açıkçası, alalanma aşamasında sergilenen başarı dolayısıyla bu türden veri sahiplerini neredeyse sanatçı saymak gerek. Ne ki sanat, benzerlerini de kapsayacak biçimde, üflendikçe genişleyecek ve hava-cıvayı da içinde barındıracak bir balon olmadığı için, bu çeşit bir ürün, ne denli sanatı andırırsa andırsın, ne kadar ‘sanat’ üstbaşlığı altında değerlendirilirse değerlendirilsin, ne oranda beğenilirse beğenilsin, sonuçta yalnızca sanatımsıdır, sanat değil. Çünkü sanat, kimi eleştirmenler gibi sahtesini bağrına basacak bir anne değil.
Sanatımsı ne oranda beğenilirse beğenilsin, ne denli yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, son ayrımda bir ‘gibilik’i kimliğinde barındırdığından, sahici sanatın davet edildiği ortamlarda yeri ancak mahzen olabilir.
Şimdiye değin aslında hiçbir sahte aslın yerini tutamadı ama kimi göz aldanmalarının da yardımıyla ancak kısa süreliğine aslın tahtına kurulabildi. Fakat sahtenin, ışık gören karafatma gibi deliğine çekilmesi için aslın ortaya çıkması gerekir; asıl sanatın ortaya çıkması içinse kimi donanımların kuşanılması. Ancak sanatın türüne göre değişen bu kuşanılması gerekenlerin gerekliliği asla değişmez.
Hakkı batıldan ayırabilmek
Sahte ile asıl arasındaki fark yalnızca bilgi ile ayırt edilebilir. Bu bilgi de, bir sanatın bilgisinden başlar, sanat üzerine genel bilgiyle sürer ve sanat düşüncesi/estetik ile taçlanır.
Gündelik hayatın dışındaki kimi öğelerin, bile isteyesiz fetişleştirircesine önemsenmesiyle filizlenir sanat ve çoğun aynı bilinçsizliği sürdürerek bu fetişleştirmeyi herkes için genel geçer bir gerçek hâline getirme çabasıyla boy atar.
Herkes için genel geçerlik, gerçekleşmesi olası bir hedeften çok, sanatçının daha fazla kişi tarafından sesinin duyulmasına yönelik bir niyet olarak alınmalı. İşte bu çabada da asıl ile sahteyi, sahici ile benzerini ayırmada elimizdeki biricik yol, adı geçen çabanın barındırdığı yeni bir anlama, anlatma ve anlamlandırma çabasının, yeni bir bakış açısının, bunlara bağlı olarak da yeni bir anlatım düzeyinin varlığı ya da yokluğu.
Sanatçının, temaları değiştirmek gibi bir yetkesi olmadığı hâlde biçimi değiştirmek gibi bir yükümlülüğü var çünkü. Bu anlamda sanatın özel yükümlülüğü, merama karşılık gelen özü iletmede seçilen türe özgü olanaklarla sanatçının kendileştirdiği ‘dil’i tutarlı bir işdeşlik içinde tayin edebilmek. İşte bu özelliğin farkındasızlık, ülkemizde sanatın kendi anlamından çok üvey kardeşini tanımlar hâle geldi: zenaat.
Hâlbuki zenaat, kendine özgü gerçeklikleri çoğaltarak aktarmaktan öte bir görevi ve iddiası olmayan, yaratıcılıktan çok emeğe sırtını dayayan ve göz nurundan can alan bir uğraş. Değer ve önemi de bu sırtını dayadığının kendine özgü iç dinamik saygınlığından alan bir el emeği, göz nuru. Zihnin payı mı? Zenaatta belki sabrın payından söz edilebilir; o kadar.
Gerçeğin ötekine aktarımı
Genel anlamıyla gerçeklik iki türlü aktarılabilir. Birinci yola göre ilkin aktarılacak gerçekliğin öğelerine dair daha önce nelerin ifade edildiğinden yola çıkılır, ‘ne’nin ve ‘nedir’in karşılıkları aranır; ardından da bulunanlar kendince derlenir. Derlenenler de bütün zamanlar için geçerli sonuçlar çıkarılacak bir biçimde sınıflandırılır. İkinci yolsa alıntılara gerek görmeksizin, hatta savlarını bile gerekçelendirmeksizin, düşünme biçiminin izinin sürülmesini gözardı ederek düşünceyi aktarma diye özetlenebilir.
Bu bağlamda, felsefe-bilim’in bir savlar yığını olduğu ve bu savlarının istendiğinde her adımının hesabının verilmesi gerektiği, bu hesabın da tarihi arka-plan, denel gerekçe, denenebilirlik ve denetlenebilirlik olduğunu anımsarsak: felsefe-bilim bilme ve öğrenme arzusunun sistematiği, sanat ise duyma ve duyumsatmanın…
Felsefe-bilim özgün ve yeni bilginin değil doğru bilginin peşinde koşar; sanat ise handiyse bunun zıddına bir arzuyla yola çıkar. Sanat bilgisi ve sanat felsefesi yöntem ve sıradüzenlilik açısından felsefe-bilimle aynı kulvarı kullandığı hâlde, doğası gereği olgular bilgisini değil yaratma bilgisini içerir. Sanat, olgular tarafından yönlendirilen temanın belirlediği sınırlar arasında sıkışıp kalan değil, olguların oluşturduğu birikintinin üzerine çıkarak muhatabını dilediği yere sürükleyen, kurgulanmış bu yeni mekâna taşıyan bir yaratma türü. Çünkü hayat sanatçıya ancak bir model sunar.
Sanatta yaratı ve yorum
Bu modelin melodi kılığına bürünmüşüne müzik diyoruz. Bir sanat olarak müzik, iç ahengin titreşimlerinden dışa vuran duyarlılıkların ses kılığında tecessüm çabası. Yaşanılan dünyadaki sesleri kimileyin benzeştirme, çoğunsa o seslerden duyulan rahatsızlıkları aşmak için birbirleriyle ahenkli yeni sesler oluşturma uğraşı. Yaşadığı hayattan rahatsızlık duyanlar tarafından kurulmaya çalışılan, gerçek dünyanın bir benzerini melodik seslerle ve tınılarla kurgulama yetisi. Söyleyecek ‘ses’e sahip olmanın bastırılamayan arzusuyla yola çıkan ve varolan durumdan rahatsızlığını yeni bir dünyaya özlem duymaktansa bu dünyayı sesçil renklerle tasvir eden yetkinlik sahibine de müzisyen diyoruz.
Türü ve düzeyi ne olursa olsun, her sanat ürünü, sanatçının yaratma çabasına kaynaklık eden yankı bulma isteğinin gerçekleşmesi için muhataba gereksinir. Sanat müzikte olduğu gibi ancak (yeniden) icra edilişiyle gerçeklik kazanabiliyorsa, muhatabın ‘yeniden kurma’sına gelinceye değin, besteci kadar icracının da kurgusundan geçer. Böylelikle ancak yorumlanarak muhatabına ulaşmış olur. Kimileyin icracının yorumu, eseri yeni baştan kurmacalama düzeyine ulaşmış olabilir. O yüzden de modern zamanlarda icra edilen müzik eserinin bestecisi denli yorumcusu da önem kazanmakta.
Aynı önem muhatap için de geçerli. Çünkü o da en azından, bestelenen ile yorumlanan arasındaki değişimleri izleyebilecek donanımda olmalı, yani en azından potansiyel müzisyen olmalı ki çalınan eseri dinlemenin ötesine geçip idrak edebilsin.
Öyleyse düzeyi ayrıca ele alınmak kaydıyla bestelemenin dışında her türlü müzikal etkinlikte esas olanı yaratıcılık değil de yorumlama saymamız olanaksız. Her ne kadar yorumlamada asıl, düş gören sanatçının düşlediklerinin notalara yansıyan yanını yol-yordam doğrultusunda ‘yormak’ olsa ve burada ‘yormak’, yaratıcılığı çağrıştırır bir yorgunluğa yakın düşse de, yine de bu yalnızca konum açısından bir yakınlıktır, düzey bakımından değil.
Şimdi tam buradan bakalım: Sanatçılığı icradan ibaret biri, hem başkasından alarak çığırdıklarıyla hem de bizzat ilhamlandıklarıyla ne kadar sanatçı? Sanatçılığından, hele büyük sanatçılığından ne düzeyde söz edebiliriz? Yaptığına sanatımsı diyemeyeceğimize göre hangi adla adlandırmış olmamız, kendisine de yaptığına da haksızlık olmasın? Gerçi yok olmaya doğru giden bir uğraşın en bildik son temsilcisi ama bu onu zenaatkârdan başka bir sıfatla anmamızı mümkün kılmaya yetebilir mi?
Gerçeği anlamaya katkı, evet.
Kimi soruların kolay bulunan karşılıkları, aynı kolaylıkla yitirilebilinemez mi?