Acı bir tespit, sağlıklı bir adımın başlangıcı niçin olmasın? O hâlde kendimize acımadan, acındırmadan ve korkmadan söyleyelim: Cumhuriyet döneminde bilim, kültür ve sanat konularında iktidarı ellerine geçiren aydın kesimi, ortalamayı aşmamaya mahkûm bırakılmış durumda; kabullendiği orandan bile daha fazla. Bu ortalamacılık, hem aydının hedeflediğine varamaması, hem de bir biçimiyle bu ortalamayı aşıverdiği ânda, muhataplarınca anlaşılabilirlikten kopması bakımından yürürlükte. Anlaşılabilirlik, ortalama Türk aydınının başındaki en büyük sorunlardan biri. Anlaşıldığındaysa hak edeceği yafta bellidir: sığ. Biraz olsun anlayışı zorladığında, kendisine yönelen bakışın yaftası hazırdır: kafası karışık. Bu durumdan en çok nasibini alan da sanat ve sanatçı.
Bu durumda sanatçının üzerine düşen ilk görev, yaratılıştan gelen sanat cevherini çalışarak olgunluğa eriştirmek, yaratıcılığın çilesini çekmek. Diyelim ki çile çekme düzeyinde olmasa da bir biçimiyle çalışmaya niyetlendi sanatçı; o durumda da karşısına dikilen engel şu: iyi de, nasıl çalışılır? Sorulması kolayların kolayı, karşılığının bulunması zorların zoru sorusu. Ülkemizde, bir aydının seçtiği alanda donanım sahibi olması, çoğunlukla o donanımı nasıl kullanacağını da öğrenmiş olması biçiminde anlaşılmaktayken… Hâlbuki ‘nasıl çalışmak?’ sorunu, kültürün malûmatla ölçüldüğü bir ülkede sanıldığından daha çetin bir sorun.
Hâli pürmelâlimiz
Yine de ilk elde verilecek karşılık belki çok okumak, konularının ve ürünlerin taslakları üzerinde sürekli çalışmak; ürettiklerini tekrar tekrar düzeltmek… İyi de, bu ne kadar yeterli, ortalamayı aşmak için? Doğru, ‘Orta çizgiyi ayırın.’ diyen her aydın, her sanatçı, okuduklarının ve çevresinin ilk elde üzerinde estirdiği etkiden sıyrılmasını mümkün kılacak kültürel düzeye ulaşmalı. Bunun yolu da kendisini etkileyecek denli değerli saydığı eserleri, kendi eserlerinin tasarıları düzeyine indirgeyecek çözümlemelerden geçmekte.
İyi ama günlük gazetelerin ve moda dergilerinin entelektüel düzeyini zorlamayı amaçlamayan sanat dergileri, böylesi ürünlere ne gözle bakarlar, belli değil mi? İşte sahici sanatçının, kültür adamının gelip tıkandığı yol ayrımı: gündelik olanı gözden kaçırmama adına günübirlik bir üründen yana mı olmalı, yoksa gündemi aşkın bir boyut için bir sanat tavrını mı benimsemeli?
İlkini seçenlerin işi kolay. Gerçi görünürde tanınmışlığın beraberinde getirdiği, düşüncede olduğu gibi sanatta da sık sık çıkmazlara sapıp dönelenip durmak ya da ha bire tökezlemek, ayırdında olmadan gereksizce vakit yitirmek, doğru yürüyenlerle bir daha kapanmamak üzere arayı iyice açmak; ama ne gam. Nasılsa kimi ‘fikri sabitleri’ istikrar olarak sergileyecek bir gözbağcılık, dahası bütün bunları örtüleyecek bir ün beraberinde gelmiyor mu?
Batılılaşmanın sanatı
Mevcut istikameti değiştirmenin bir reçetesi olabilir mi?
Keşke olsaydı. Fakat sanat da, düşünce de bütünüyle çözümsüzlüğe götürülüp orada bırakılacak zihin etkinliklerine prim vermez. Formül çapında olmasa da ipucu hızında birkaç yordam önermek olanaksız değil: yön(tem) bilgisi ve sezgi.
Açalım. Türk sanatçısı, öbür ülke sanatçılarından birkaç kat daha fazla çapraşık ve yapay sorunlarla yüz yüze olduğundan, performansı da ona göre olmalı. İlkin, başka ülke sanatçıları, salt kendi ulusal gerçekleriyle yalnızca onların hakkından gelmeye çabalarken, Türk sanatçılarının önünde, handiyse iki yüzyıldır boğuştukları bambaşka bir bela var: çift gerçeklilik. Burada anılan çift gerçeklilik, ülkeler arasındaki olağan kültür alış verişinden doğan gerçeklik katmanları değil, dünyada şimdiye değin bizdeki gibi ele alınmamış bir batılılaşma sanrısının doğurduğu yanılsamalar anlamına gelmekte. Bu yanılsamaların doğurduğu handikapları aşmak için de öyle el altında bulunabilecek bir pusula olsaydı, fena mı olurdu?
Batılılaşmayla birlikte yaşanan kimi sıkıntıların doğurduğu karabasanların etkisiyle Türk aydını gibi Türk sanatçısı da yönünü kimden yana, nasıl ve hangi hedef doğrultusunda belirleyeceğini haklı yere karıştırabilmekte. Öbür yandan, ne denli ‘sevinirsek sevinelim’, yine de birçok bakımdan kurtulamadığımız ve zihin genlerimize işlemiş birçok tarihi düşünme, duyma, davranma ve dile getirme kodlarımız, hiç beklenmedik anlarda gün yüzüne çıkıp Türk sanatçısının ‘yönünü’ şaşırmasına katkı sağlamakta. Böyle bir durumda da birçok Türk sanatçısı için en emin yon, batılı kimi düşünce ve sanat anlayışlarının Türkiye’deki şubesi olmayı üstlenmek. Batı sanatına karşı aşağılık duygusu da, bir şube olamayanların kurtulamadığı hastalık.
‘Sanatımsı’ sıkıntısı
Döne döne tekraren vurgulayalım: Her şeye sahtesi musallat… Sahte, en çok sahicinin ortalıkta görülmediği evrede ortaya çıkar ve böyle bir evrede çoğun sahicinin pabucunu dama atar. Gerçek sanatın gün yüzüne çıkma şanının tanınmadığı bir ortamda ortalığı dolduracak veriler de ancak sahte ürünler olabilirdi. Bizde de öyle olmakta.
Bir de, ne sahte ne de sahici olan, ikisinin arasında bir yerde duran ve kimi bakımlardan sahicisine yakın gibi dursa da, aslında bedenin olmadık yerlerinden çıkıntılaşan ur benzeri bir özür örneği sanatımsılar var. Sanatımsılar, ilk ânda keskin gözleri bile kandırabilecek denli ustaca alalanmış verilerdir ve açıkçası, alalama aşamasında sergilenen başarıdan dolayı bu tür ürün sahiplerini neredeyse sanatçı saymak gerekir. Ne ki sanat, benzerlerini de içine alacak biçimde üflenerek genişletilecek bir balon olmadığı için, ne denli sanatı andırırsa andırsınlar, ne denli sanat üst başlığı altında değerlendirilirlerse değerlendirilsinler, ne oranda beğenilirlerse beğenilsinler, sonuçta yalnızca sanatımsıdırlar; sanat değil. Çünkü sanat kimi eleştirmenler gibi sahtesini bağrına basacak bir anne değil. O yüzden de ilk elde yön şaşırtıcılardan biri durumundaki sanatımsıdan uzak durmak, emin yönü olmazsa da, çıkmaz sokağı tanımakta hayli yardımcı bir nitelik.
Sanatımsı ne kadar beğenilirse beğenilsin, ne denli yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, sonuçta bir ‘gibilik’i kimliğinde barındırdığından, soylu sanatın davet edildiği ortamlarda yeri ancak mahzen olabilir.
Bugüne değin hiçbir sahte aslın yerini tutamadı ama kimi göz aldanmalarının da yardımıyla, kısa süreliğine aslın tahtına kurulabildi. Fakat sahtenin, ışık gören karafatma gibi deliğine çekilmesi için aslın ortaya çıkması yeterlidir. Asıl sanat ve edebiyatın ortaya çıkması için de kimi donanımların kuşanılması zorunludur.
Edebiyatımızın takıntısı: yalın dil
Sanatın hayatı taklit etmesini beklemek çoktan yanlışlaşmış bir kabul. Hatta yaşanılanın tıpkısıyla aktarımı, olanaksızlığı bir yana sanatdışılıktır da. Fakat örneğin, yazmak ile yaşamak arasındaki uçurumu güçlendiren bir metin ne denli edebiyat? Yaşanılan ancak yaşayanı ilgilendirir. Okurun ilgisini çekmekse sanatçının görevi. İlginçlik ne yaşanılmazlıktan medet ummayı gerektirir ne de abartıyı.
Felsefe-bilim yeni ve özgün bilginin değil geçerli bilginin peşinde koşar; sanat ise handiyse bunun zıddına bir arzuyla yola çıkar. Buna karşın sanat bilgisi, yöntemsel ve sistematiklik bakımından felsefe-bilimle aynı kulvarı kullanır. Fakat doğası gereği o, olgular bilgisini değil yaratma bilgisini içerir. Eğer yazmayı kelimelerle beste yapmak diye alırsak bu anlamda edebiyat, olgular tarafından yönlendirilen temanın belirlediği sınırlar arasında sıkışıp kalan değil, olguların oluşturduğu birikintinin üzerine çıkarak okurunu dilediği yere sürükleyen, muhatabını da kurgulanmış bu yeni mekâna taşıyan bir izsürücülüktür.
Her gerçek edebiyat heveslisinin sanatsal vasiyetinin ilk ilkesi şudur: Kimse arkamdan “Merhum, yalın bir dille, akıcı bir üslupla kaleme aldığı ve herkesin okumasını hedeflediği yazılarında…” diyememeli! Arkasından böyle bir cümle yazdıran biri, yaşarken sanatı öldürmüş hükmündedir; sanatçı değil sanat katilidir.
Kolay sanat mümkün mü?
Bugüne değin kitleyi hedefleyen hiçbir gerçek sanat anlayışına rastlayamazsınız.
Belki kitleyi avlamaya yeltenen, kitleyi bir yerlere taşımayı amaçlayan, fakat son tahlilde kitleden birkaç kıl koparmaya yönelik sanat kıpırdanışları görülebilir. Bu kıpırdanışlar da sanat yöntemlerini kullanarak icrayı sanat eyleme yerine, düpedüz bir başka amaca yönelik icra içindedirler. Sonuçta ürünleri sanata yakın düşse de eylemin ve anlayışın kendisini sanat saymak doğru olmaz.
Ne yaratma sırasında kolaylık’la ilintilenebilecek bir uğraştır sanat, ne de okuma aşamasında. Sanat, gerçeklik’in hatırını dostun hatırından üstün tutanların uğraşı olabilir ancak.
Öte yandan, sanat muhatabı öylesine kolaycılığa alıştırılmış olmalı ki gördüğünü, görmek istediğinden başkaya yormayı aklına getirmiyor bile. Ama sanatçı dediğin, karanlığa seslenen biri değil ki! Şartlarını ve muhatabını göze almak zorunluluğunda.
Yalnızca ‘eski’si olmayan bir toplum yeniyi sorgusuz bağrına basar.
İyi ya da kötü, hiç kimse kendi geçmişinden kaçamaz. Geçmiş, izi görünmeyen bir boyunduruk olarak herkesi bağlar. Modern olmak bu bağla ilişkiyi koparma anlamına gelmez; tersine bağın (varsa) esaretini ziynete dönüştürme yükümlülüğü getirir. Ülkemiz gibi modernitenin birçok öğesinin zorla dayatıldığı ve bu yüzden de haksız olmayarak ona başka anlamlar yüklendiği bir ortamda yaşayan sanatçının üzerine düşen, kendi çağının tanığı olmanın yanında, kendi çağına özgü anlam ve anlatım alanlarını da kavramadır.
Sanatta modernlik caiz midir?
Bu bağlamda modern olmak bir zihniyet sorunundan çok bir haberlilik ve yetkinlik sorunudur: modernitenin doğurduğu sorunları, modern anlatım tekniklerini bilerek ifade.
Modernite, iddia edildiğinin tersine, ne varolan gerçeklik’e elini sürdü ne de ruha dokundu. O kendi gerçekliğini yarattığı için insan ruhunu da dönüştürdü; hem yapısal bir dönüşümdü bu, hem de algısal. Postmodernite ise sanki ‘eski’ gerçeklikle barışmış gibi davrandı ve tüm gözlemcilerini buna inandırdı ama hem insan, hem de buna bağlı olarak onun gerçeklik algısı, zaten bir daha geriye dememecesine yeterince ‘başkalaşım’a uğramıştı. O yüzden de postmodernin sanal ‘ortam’ı internet, kendi gerçekliğini doğurmak zorundaydı: sanallık.
Her doğum bir ölüm(ün) habercisidir. Burada ölümün kendisi için geçerli olduğu öğe, sonsuzluk düşüncesi. Aynı zamanda sadakat ve uzun süreli uğraş için de geçerli bu durum. Fakat bu yeni doğan bebek, en çok düş gücünü öldürdü. Sanal âlemini ürettiği slogan: düşleme, tıkla!
Sanallık’ın sözkonusu edildiği bir ortamda nasıl olur da düş gücünün hükmü geçmez?
İşte sanat, en azından bu dönüşümü dillendirmek, şahitliğini üstlenmekle yükümlü. Yolu da, yönü de, yöntemi de buradan başlayarak aramalı.