Sadece roman ve hikâye gibi edebi kurgu metinlerinde değil, sinema ve tiyatro türünden görüntü sanatlarında da esere ‘gerçek’le ilişkisi bakımından yaklaşmak, ülkemizin zorunlu adeti. Kurgu-anlatı nitelikli ürünlerdeki olayların veya durumların, dahası kişilerin, gündelik gerçeklikle birebir örtüşmesinin zorunluluğuna dair ön kabul bizde bir mütearife niteliğinde… Niçini ayrı mesele.
Sanat ürünleri insanımız için, bırakalım gündelik gerçeklikle örtüşebilirliği, düpedüz sanatçının yaşantısıyla birebir ilişkilendirilebilir bir nitelik arzeder. Eserde karakterlerin yaşadıkları, yazarın yaşantısının uyarlanmış hâlidir insanımıza göre. İşin üzücü yanı, bu kanıyı yalnızca olağan sanat meraklılarından çok, eleştirmenlerin; daha da ilginci, edebiyat-sanat meselelerini kuram açısından ele aldığı kabullenilen uzmanların yaklaşımlarında da aynen görebilmemiz.
Eserin kendi anlamı
Peki sanat ile hayat arasında bu denli sıkı bir bağ kurmadan bir sanat ürününe niçin yaklaşamıyoruz? Hayatı merkeze oturtma kaygısı mı? Belki. Belki de gündelik gerçekliğe tıpatıp denk düşmeyen bir gerçekliği kabullenebilmeye yatkın olamama durumu… Ne ki hayata tıpatıp denk düşmemekten doğan bu tedirginlik, baştan belirlenmiş erekler doğrultusunda gerçeğin bile isteye çarpıtılması diye anlaşılabilecek sanatın özünü kavramada önümüzdeki en ciddi engel durumunda.
Hâlbuki bırakalım sanatçının hayatına denkliği, sanat-hayat denkliğini çağrıştırabilecek herhangi bir üründe, sanatın kendisinden sözetme şansını yitiririz; en azından zamanımızda bu böyle. Çünkü sanat, hayatın gerçeğini değil kendi gerçeğini yansıtmanın peşine düşmeyi meslek edinmiş bir zihin etkinliği.
Dünya görüşünün payı
Kaba bir sınıflandırma sayılsa bile, işgörürlüğü açısından baktığımızda, edebiyat-sanat anlayışlarının bazı dönemlere ayrıldığını ve bu dönemlerin de kendi içlerindeki kabullere göre gerçeğe ilişkin değişik yaklaşımlar sergilediği anımsanırsa, kemikleşmiş her sanat anlayışının kendine özgü bir dünya görüşünün izinden gittiği kolayca ayrımsanabilir. Genel kabul görmüş her sanat anlayışının, kendisini ilişkilendirdiği dünya görüşünden devşirilmiş bir hayat -dolayısıyla gerçeklik- kavrayışı var ve o kavrayış çerçevesinde üretilmiş her ürün, bu doğrultuda ele alınmak durumunda.
Tam burada, kurgu sanatlarının atası niteliğindeki tiyatronun gerçeklikle ilişkisine eleştirel yaklaşanların çekincelerini nasıl değerlendirmek gerektiğini ele alabiliriz. Örneğin Platon ile Oscar Wilde gibi isimlerin hayat-sanat ilişkisinin aldığı seyre dair karşı çıkışları pek de yabana atılır cinsten sayılmasa gerek. Nasıl oluyor da biri ilk primitif sanat kuramcısı, öbürü dehasını eserine değil hayatına akıttığını söyleyen çağdaş bir yazar, özelde tiyatro sanatını, geneldeyse sanatı gerçeğe uzak düşmekle suçlayabiliyor? Üstelik aradaki ikibin yıla karşın!
Biraz dikkatle bakıldığında, sanat-hayat ilişkisi bağlamında sanatın gerçeklikten uzaklaştığını, tiyatronun bir yanılsatma, handiyse bir yalan olduğunu dillendiren bu tür yaklaşımların, aslında başta tiyatro olmak üzere kurgu sanatlarının gittikçe hayatı/gündelik gerçekliği pastişe soyunduklarını, bunun da sanatın özüne aykırı anlamalara zemin hazırladığını dile getirme çabasından başka bir biçimde değerlendirilemeyeceği kolaylıkla görülebilir. Hem yalın anlamıyla, hem de yaygın anlamıyla klâsik tiyatronun gündelik yaşantıya benzeme gayreti, (Anımsayalım: Yalın anlamıyla klâsik tiyatro Eski Yunan’ı, yaygın anlamıyla da XIX. yy’ın sonuna değinki tiyatroyu işaret eder.) zamanla inandırıcılık adına hayatla örtüşme yanılgısını kamçılayacak bir evreye taşındığı dikkate alındığında, bu tür eleştirilerin zemini de rahatlıkla anlaşılabilir: Muhtemeli yakalama kaygısının getirdiği bir mümkünler âlemi… Ne ki muhale dönüşen bir muhtemel bu.
Sanat: Hayatın aynası (mı?)
Aslında sanat-hayat ilişkisi bağlamında düşülen yanılgıların temeli, sanat etkinliğinin, dış dünyadaki olayların, olguların ve nesnelerin, duyu organları aracılığıyla algılanması sonrasında, alımlanan bu gerçeğin iç dünyada kimi işlemlerden geçtikten sonra yansıtılması diye kabullenilmesinin payı büyük. O yüzden de bu anlayışa göre bir sanat ürünü, genel hatlarıyla gerçeğe benzerlik, sağduyuya uygunluk, zevk vericilik türünden nitelikler taşımak durumunda. Sözü edilen anlayışa göre bu özellikler, bir sanat ürününü üzerinden sanatçının doğruyu söyleme ve doğrudan yana tavır almasının ölçüleri sayılır.
Gerçekçi ve doğalcı anlayışlar ise işi bir adım daha ileri götürür ve somut gerçeklerin, ancak dış dünyaya benzerlikleri korunarak sanat ürününde yansıtılmasını öngörür. Dış dünyayla varolan benzerliği bozmamak, onlara göre nesnelliğin ta kendisidir. Dahası ancak üründe dile getirilen gerçeklerin, temel bilimlerin verileriyle örtüşmesi durumunda sanatın, hayatın evrelerine aynalık görevini yerine getirebileceği kabulü, anılan anlayışların karakteristiği niteliğinde.
Gündelik gerçeği sanatın merkezine oturtma gayretindeki anlayışlara karşı çıkan çağdaş akımlar ise ilkin, sanatı yalnızca somut gerçeklerin dış görünüşüne hapsetmenin yanlışlığına işaret eder, ardından da aynı doğrultuda, hayat-sanat zıtlaşmasına yönelik tavırlarını ruhi, sırri, müphem ve hususi gerçekliklere yaslar. Çağdaş sanatın gerçeklik anlayışı, merkezine dış dünyanın nesnelerini, olgularını ve olaylarını değil de zihin dünyasının verimlerini yerleştirmeyi yeğler.
Metafizik ürperti
Sanatta somuttan hareket eden gerçekler, yerini soyutu esas kabul eden gerçeklik anlayışına ve insanlığı yüzyıllardır meşgul eden temel kavramlara bıraktığında sanatçının malzemesi değişmekle kalmaz, bu malzemenin değerlendirilmesi ve yorumlanması da farklılaşır; bu durum ise alışılagelmiş sanatsal ifadenin başkalaşımını beraberinde getirir.
Böylelikle handiyse ikibin yıllık bir geçmişe sahip, gerçeğin dış görünüşüyle yansıtılması (dar anlamıyla mimesis) anlayışı yerine, gerçeğin künhüne vukufiyet kaygısı (metafizik ürperti) sanatın merkezi değeri hâline gelir.
Tabii ki sanatın kabulündeki bu gelişmeler yalnızca ifade tarzı alanıyla sınırlı kalmadı. Bu değişimden biçim ve yapı kabulleri de etkilendi. Artık günümüzde dünyanın herhangi bir yerindeki edebiyat ortamlarında, örneğin Balzac’ın roman anlayışını veya Shakespeare’in oyun kurma tarzını yetkin bir başarıyla yinelemenin (her ne kadar biz bu noktayı anlamamakta ısrar etsek de) hiçbir sanat değeri yok. Yalnızca ifade aşamasında değil, özellikle yapı ve biçim alanlarında yaşanan gelişmeler sonrasında bir sanat ürününün değerlendirilmesinde gündelik gerçekliğe uygunluk, yerini belli ilkeler çerçevesinde gündelik gerçekliği sanat gerçekliğine dönüştürürken sergilenen tutumun başarısına bırakmış durumda. Artık bir sanat ürününün bu sıfatı taşıyabilmesinin temel şartı, kendine özgü bir gerçeklik anlayışının izini hangi kıratta sürebildiğiyle ilgili.
İnanma meselesi
Klâsik anlayıştaki bir sanatçı, muhtemel muhatabının sağduyusuna güvenmek ve yerleşik beğeniye yaslanarak iş görmek durumundaydı. Muhatap ile sanat ürünü arasında gündelik gerçeklikle örtüşme üzerine kurulu bu köprü, inandırıcılık için yeterliydi. Çağdaş sanatta ise inandırıcılık, sanat ürününün -son tahlilde- ancak bir sanat ürünü olduğunu benimsetme, üründe yaratılan estetik atmosfere muhatabı dahil edebilme, önerdiği öznel gerçeğin gerçekliğini varsaydırabilme üzerinden yakalanma iddiasında.
Hayatın, özellikle de çağdaş hayatın, bir sanat ürünü içerisinde kuşatılamayacak denli karmaşıklaştığını yansıtmak ve bu karmaşıklığın insan zihni üzerindeki yıpratıcı etkilerini tasvir etmek amacını güden zamanımızın sanatçısı, gündelik yaşantının türevi tek boyutlu bir gerçeklik yerine, birbirine zıt ve birbirleriyle çelişen gerçeklikleri, ötekinin hakkını yemeden ürününde konumlandırmak durumunda. Çünkü çağdaş insan, aynı anda hem bir kahraman, hem bir ruh sefili; mutluluktan uçar göründüğünde bile içinde hüzün fırtınaları kopan, isteklerini sonuna değin yaşama ile erdem ilkelerinin dayatmaları arasında sıkışıp kalma gibi birbirine zıt nitelikleri taşıyan biri.
Klâsik insandan bunca farklılaşmış zamanımızın insanının ruh derinliklerine sarkmak, ancak o insana özgü zihin yapılarını dikkate almakla mümkün.
Donanım şart
Gerek gerçeklik algısının değişimi, gerekse gerçeği yansıtmak için tercih edilen tutumların başkalığı yüzünden, çağdaş bir sanat ürünündeki hayat-kurgu ilişkisini belirlemek, sanatçının anlattığının arkasına gizlediği meramı keşfetmek, biçim tercihlerinin gerekçelerini tayin etmek ve anlatım yönteminin ürünle ilişkisini tespit etmek gibi çözümleme etkinlikleri, klâsik sanattaki formüllendirmelerle artık yürümüyor. Aynı şey, özellikle sıradan bir muhatap için ürüne yakınlaşma aşamasında da geçerli. Çağdaş bir sanat ürününe, tematik düzlemde muhataplık için bile, en azından o sanatın temel sorunsalından haberdar olacak düzeyde konuya vukufiyet şart.
O yüzden de çağdaş sanatın dilini çözmek demek, sanatçının taraf olduğu dünya görüşünü gözardı etmemekten tutun da, tercih ettiği gerçeğin hangi değişkenlik zeminine oturduğunu; yaşadıklarının altında bunalan ve o yüzden çetrefilli tavırlar sergileyen tiplemesinden, bu tiplemesinin ruh karmaşasını yansıtacak anlatım deformasyonunu tespit etmeye değin bir dizi zihin faaliyetini yetkinlikle başarmak demek.
Demek ki çağdaş sanatta eser, ne hayatın aynasıdır, ne de sanatçının. Çağdaş bir sanat eseri, yalnızca ‘kendine özgü’ bir gerçeklik anlayışının ‘resmi’dir; o kadar.