‘Samiin’den ‘dinleyici’ye radyo maceramız

“Düğün değil, bayram değil; insanımız bilmem kaç kanallı, dijital yayınlı ‘teve’ devrine geçmişken radyo mevzuu da nereden çıktı?” diye düşünenlere, birazcık zihin faaliyeti eşliğinde okumaları kaydıyla radyo tarihinden ilginç birkaç not:
Küçücük bir odanın içine sığışmıştır adam. Boğazının pasını zımparalarcasına sesler çıkarır. Ardından bir yandan heyecanını bastırmaya çalışırken, öte yandan sesini yükseltmeyi ihmâl etmeden:
– “Allo, allo! Muhterem samiin. Burası İstanbul Telsiz Telefonu. 1200 metre tulû mevc, 252 losedyum. Şimdi akşam neşriyatımıza başlıyoruz.”
Davudi ses bu sözleri söyler söylemez şiddetli bir gong sesi kaplar ortalığı. Ve bunu izleyen, yine “Allo, Allo” ile başlayan deminki açılış anonsunun Fransızcası… Ses, İstanbul Radyosu’nun ilk spikeri Sadullah Bey’e ait. Daha sonra onu, ünlü Tanburi Cemil Bey’in oğlu Mesut Cemil izler. O da mühim bir tanburi; malûm.
Kulak tırmalamayan cızırtıların, sese ayrı bir hava katan hışırtıların eşliğinde haberler sunarlar az sayıdaki ‘samiin’e. Propaganda bildirilerini aratmayan yaklaşımlarla kaleme alınmış metinler okurlar ve aralara da ‘musiki eserleri’ serpiştirirler aslında.
İstasyon 5 kilovatlık bir güce sahip. Bugün için komik görünen bu güç, o gün için Avrupa’nın en iyi radyolarınınkine eşit. Günde ancak 4,5 saat canlı yayın yapabilmesine karşın istasyon, Avrupa’nın pek çok ülkesinden ve Arap ülkelerinden bile dinlenebilmekte.

Kısa radyo tarihi

Gelgelelim bu günlere öyle kolay gelinmemiştir. Çünkü Orta Avrupa’nın birçok ülkesinden yalnızca birkaç ay sonra 1927’de radyo kurulur Türkiye’de. Ancak ortada dinleyici falan yoktur. Zaten düzenli yayın yapan ilk radyo Amerika’da ancak 7 yıl önce kurulmuştur. Ünlü BBC de yayın hayatına başlayalı yalnızca 5 yıl olmuştur. Yani insanlar radyoya sahiden yabancıdır. Bunun üzerine ilgililer radyo istasyonunda 3 haftalık kurslar açar ve bu zaman içerisinde “Radyo Dinleme Dersleri” verirler. Bu ‘güzide’ aletin nasıl çalıştırılacağını, antenin nasıl kurulacağını, nasıl istasyon aranacağını, o tuhaf kutunun üzerindeki karmaşık düğmelerin ne şekilde kullanılacağını öğretirler katılımcılara.
Bu derslerin yetersizliği anlaşılınca Telsiz adıyla bir de dergi çıkarılır; radyoyu, yararlarını, nasıl kullanılacağını ve programları anlatırlar burada. Dahası reklâm yapmayı denerler. Hatta Türkiye’deki ilk hediye kampanyasını da başlatırlar. Telsiz dergisinde yayımlanan 5 kuponu biriktirenler arasında çekilecek kur’a ile 5 kişiye bir radyo vermeyi vadederler; verirler de. Dileyene de radyo kiralarlar hatta.
Fakat o yıllarda yayıncılık, sahiden zor zenaat:
“O zamanki Ankara Radyosu’nun yeri neredeydi, biliyor musunuz? Ankara Palas Oteli’nin bodrum katında, otel mutfağının yanındaki küçücük bir odada… İstanbul Radyosu’nun stüdyosu da Galatasaray Postahanesi’nin üst katındaki bir odada… Ankara’daki stüdyoda, Ankara Palas Oteli’nin mutfak gürültüleri; tabak, çanak, bıçak şakırtıları, garson-aşçı şakalaşmaları; İstanbul Radyosu’nun stüdyosunda tramvay gıcırtıları, otomobil klaksonları, satıcı naraları duyulurdu.” Ankara Radyosu Müdürü Vedat Nedim Tör, anılarını dillendirdiği “Yıllar Böyle Geçti”de (s. 49-50) yöneticisi olduğu radyo istasyonunu böyle anlatıyor ama bu görünüme karşın o radyo aynı zamanda dünyanın sayılı radyolarından biri; unutmamak lâzım.
Bir gelin sandığına yaklaşan boyutlarıyla çok az evin en ‘mutena’ köşelerine yerleştirilen o zamanların sihirli kutusundan seslerin çıktığı demler, sınırlı sayıdaki insan için günün en önemli ânlarıdır. Kısa zaman sonra kendi dinleyicisini de yetiştiren radyo ucuzlar ve birçok eve, kıraathaneye, çay bahçesine, halk gazinosuna girer. Artık insanlar, özellikle akşamları radyolu evlere doluşur, hep birlikte radyo dinlerdi; o yıllarda radyolu evlerin itibarı bir başka olurdu.

Maçlar ve plâklar

Bu hızlı yaygınlaşmayı gören radyocular da halkın ilgisini çekecek ‘poroğramlar’ hazırlamaya başlarlar. Darülbedayi sanatçılarının rol aldığı skeçler, bunlardan biri… Dahası yok mu sanıyorsunuz? Hem de nasıl! Örneğin İstanbul Radyosu, kuruluşunun üzerinden çok geçmeden, 1934’ün 20 Temmuzu’nda bir ilke imza atar ve Fenerbahçe ile bir Avusturya takımı arasındaki maçı naklen yayınlar. Bu gerçekten büyük bir başarıdır.
Kısa bir süre sonra Ankara Radyosu ile birlikte İstanbul Radyosu, dünyanın en iyi radyolarından biri hâline gelmiştir. Ardından boks ve güreş maçları da devreye alınır. Fakat asıl başarı, radyoda plâk çalınmasıyla yakalanır. Yerli ve yabancı birçok plâk çalınır bu radyolardan.
Araya serpiştirilen haberlerdeki dili ve anlayışı tahmin etmek hiç de zor değil: kaba veya ince propaganda. Daha kibarcası, bugünün diliyle devrimler lehine kamuoyunu yönlendirmek.
Tam bu sıralarda tüm dünyada yaşanan iktisadi buhranın etkisiyle Türkiye’deki radyolar da susar. Fakat radyoya, yani propagandaya en çok gereksinim duyulan bir tarih diliminden geçilmektedir. İkinci Dünya Savaşı şartları kapıdadır ve Kemalist devrimin hâlâ kendini savunmaya ihtiyacı vardır. 1936 yılının meclis açılış konuşmasında Mustafa Kemal açıkça “radyo işine ehemmiyet verilmesini” dile getirir. O günün şartlarında bu sözler, hükümete açık bir talimat niteliğindedir.

Devlet ananın tok sesi

Öyle de olur. Devlet radyo işine el atar, daha doğrusu, el koyar ve iki yıl sonra 28 Ekim’de Ankara Radyosu, daha yetkin bir biçimde yeniden yayın hayatına başlar. Uzun dalgada yayının adı Türkiye Radyosu, kısa dalgada ise Ankara Radyosu…
Aradan 11 yıl geçtikten sonra 1 Eylül’de de İstanbul Radyosu sürekli yayınına başlamıştır ama her iki radyoda da yaşanan kadro sıkıntısı, yapılan programlara pek yansıtılmaz. Örneğin İstanbul’daki kadro hepi topu 21 kişidir ama çıkardıkları iş müthiştir. Bu 21 kişi, ‘‘O iş bana uymaz.” demeksizin, amir-memur ayrını gütmeksizin, eşyaların sağa-sola taşınması dâhil; gece-gündüz, kimileyin uykusuz çalışır ve stüdyodaki mikrofonun karşısında yerlerini alan saz heyetlerinin, orkestraların, konuşmacıların icrayı sanatlarını aktarırlar ‘dinleyenler’e. Çünkü aradan geçen zaman zarfında ‘samiin’ çoktan ‘dinleyici’ye dönüşmüştür bile.
Her iki radyonun personeli de Türkiye’nin ‘muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşması için ellerinden geleni ardlarına koymazlar. Batı sanatının, batılı bakış açısının, dahası batılı ahlâkının yerleşmesi için gecelerini günlerine katarlar. Ne tür bir anlayış hâkimdi o dönemin yayınlarında? Bu sorunun karşılığı hüviyetinde, örneğin şiir programının adı size bir fikir verebilir: “Cumhuriyet’ten Bu Yana Şiir”. Peki ya “Türk Dili Araştırma Kurumu Saati”nde neler yapılıyordu dersiniz? Önemli konulardan biri de “Milli İktisat ve Tasarruf”. Şimdi resim tamam mı?
Kurulduğu yıldan başlayarak haftada bir kez Cuma günü oynanan temsillerde de aynı anlayış sürdürülür. Temsil Kolu Şefi Ekrem Reşit Rey, zaman zaman yabancı yazarlardan uyarlanan skeçlere yer verse de çoğun yerli yazarlarca kaleme alınan, benzerlerinin daha sonraları Halkevleri’nde sergileneceği, basit ama etkileyici oyunlar düzenler ve bu piyeslerle Cumhuriyet’in getirdiği yenilikler, güzellikler, erdemler ve yücelikler anlatılır. Daha sonraları televizyonda izleyeceğimiz o malûm propaganda metinleri…

Hitlercilik oyunu

Önemli bir değişiklik de 1940’lı yıllarda gözlenir. Başından beri hiç sapmadığı asli amacına iyice oturtulan radyo, artık açıkça hem kendi halkına, hem de dışarıya yönelik savaşa dair görüşlerini belirtir yayınlar yapmakta, giderek Amerikan ve İngiliz radyo kurumlarıyla dirsek temasını artırmakta, böylelikle günümüzdeki bazı şartların temeli atılmaktadır.
Yakından bakalım:
1944’lerin buğulu ve tarihin sondan bir önceki kez yeniden yazıldığı, kimin hangi konum ve görevle nerede bulunacağının gözden geçirildiği dönemler… Hitler’in boyundan büyük işlere soyunduğunu düşünenlerle hesaplaştığı yıllar… Henüz Hitler mi, ‘dünya’ mı haklı (yani güçlü) çıkacak; tam belli değil.
İşte bu bulutlu günlerin Türkiyesi’nde dile getirilen bir söz var: Türkiye öyle bir hâlde ki, Hitler başa gelse işleri düzeltemez.
Olgulara oldukları yerden bakanlara göre bu sözü tarih haksız çıkarmıştır çünkü Hitler, yaptıklarıyla ülkesini düze çıkarmamış, tersine batırmıştır. Tam da o sıralarda ülkeyi düze çıkarması umulan makamda Türkiye’nin Hitler’i oturmaktaydı ve ülkesinin sesine kulak kabartmaktansa biricik yaptığı, ne denli yeteneksiz olduğuna aldırmaksızın keman dersleri almaktı. Asıl önemli olansa, tüm bu sınırlı imkânlara ve fısıldar gibi çıkan acılı seslere karşın Türkiye’ye kültürel, fikri ve iktisadi kulvarlarda mesafe aldırılmaması, ülkenin aşabileceği tüm engellerin altında kalmasına çanak tutulması…
Ne ki radyolar Cumhuriyet’in bu olağanüstü güzelliklerini bir bir anlatırken, atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiş, başlarda çok iyi bir performansla işe girişen bu kurumlar nal toplamaya başlamış, dünyanın ulusal yayın yapan altıncı radyosu durumundaki Ankara Radyosu, bu sıfatını hızla kaybetmiş, TRT’nin resmen kurulduğu 1964’te İran bile, yayın gücü bakımından bizi ikiye katlamıştı.

Hükümetin yanında, halkın karşısında

Özellikle TRT’li yıllarda hem radyolar, hem de televizyon, artık herkesin ağzına sakız ettiği ve buna karşın minicik bir değişmenin gözlemlenmediği bir sadakatle hükümetin yanında ve Türk insanın tam karşısında bir anlayışla yayınlarını sürdürür.
TRT’nin henüz TRT olmadığı, yani sondaki T’nin bulunmadığı yıllara, 1940’lı yıllara bakıldığında, radyonun durumu, hem içeriği hem de yayın performansı bakımından bugünlerle karşılaştırılamaz bile.
Radyonun sinema ile ‘dest-i izdivaç’ eylemediği, yani televizyonun yaygınlaşmadığı yıllarda Türkiye radyoları dünyadaki benzerlerinin çok üzerindeyken, zamanla nasıl oldu da üçüncü dünya ülkesi diye küçümsenen ülke radyolarından bile aşağılara düştü? İşte bu soruya öyle şıp diye karşılık verilmeden bulunacak cevap, Türkiye’deki insanların ne kadar ‘şahsiyet’ niteliklerini koruduklarıyla ilgili kuşkusuz.
Kuşkusuz.