Uzun zamandır Türkiye’de fikrî akımlar, bu akımların kurumsal temsilleri ve taraftarları arasında görülmesi ve önemsenmesi gereken bir mesafe, çelişki ve karmaşadan bahsediyoruz. “Karmaşa”yı olumsuz bir niteleme veya değer yüklü bir içerikle değil, durumu tespit etmek amacıyla kullanıyoruz. “Karmaşa” yerine “uyumsuzluk” “mesafe” veya “çelişki”nin kullanılması da aynı amacı ifade edebilir. Büyük ve alışılmadık değişimlerin yaşandığı dönemlerde bu karmaşa ve uyumsuzluğu olağan karşılamak gerekir. Karmaşa ve uyumsuzluğun çok şiddetli bir seviyede yaşanılması esasen iki kutuplu dünya döneminde bu akımları besleyen damarların Batı’ya uzanmasındandır.
İki kutuplu dünya sisteminin baskısı ve askerî darbelerle Türkiye’de siyaset alanı fazlasıyla daralmıştı. Bu daralmanın neticesinde ideolojik kamplar keskin hatlarla birbirinden ayrıldı. Söz konusu ayrılmanın taraflara açtığı geniş alanda, fikrî akımları temsil eden toplumsal gruplar ve örgütlerle taraftarları arasında uyumlu bir birliktelik vardı. Fikrî akımların canlılığı ve taraftar kazanma süreçlerinde Türkiye’de yaşanılan sarsıcı kitlesel göçler de etkiliydi. Nitekim göçlerin etkileri hafifledikçe daha apolitik, çoğul veya liberal yeni eğilimler belirmeye başladı.
İdeolojik kampların keskin hatlarla birbirinden ayrıldığı dönemin sona ermesini sadece Türkiye’nin kendi koşullarıyla izah etmek eksik, hatta yanıltıcı bir yaklaşımdır. Zira fikrî hareketleri besleyen ana kaynaklar Batı’daydı. Türkiye’de ideolojik grupların yaşadığı yeni dönemlere uyum sağlayamama, kendini yeniden üretememe problemini iki Almanya’nın birleşmesinden sonra ortaya çıkan tek kutuplulukla izah etmekte bir sakınca yoktur. Bu dönemde Batı da kendini yenileyemedi. Türkiye’de ideolojik grupların yaşadığı kendini yenileyememe sorunu da Batı’nın yansımasından ibaretti.
Siyasetin kurumlar aracılığıyla toplumu dönüştürme çabasına karşılık toplum da önemli ölçüde sivil toplumsal yapılar üzerinden siyaseti ve devleti dönüştürme çabası sergiler. Son zamanlara kadar bu karşılıklı etkileme ve dönüştürme çabalarının her ikisi de kendiliğindenlik arz etmiyordu, operasyoneldi ve küresel Batılı siyasî aktörlerin ilgisine açıktı hatta denetimindeydi. Sırf bu sebeple yirminci yüzyıl Türk siyasî tarihini, entelektüel hayatını ve farklı alanlardaki yapay değişim süreçlerini toplumsal mühendislik çerçevesi içinde de değerlendirebiliriz. Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin 2002’den bu tarafa maruz kaldığı yıkıcı saldırıları da bu dar çerçeveden çıkma arayışının durdurulma girişimi şeklinde görmek gerekir. Fakat 15 Temmuz 2016’da siyaset ve toplum arasındaki karşılıklı etkileme ve dönüştürme çabaları sarsıcı bir şekilde değişime uğradı. Artık Türkiye’de sivil siyasetin öncülüğünde yerli ve millî fikriyat, tabandan geliş, sahicilik belirleyiciydi. Devlet ve toplumun birbirini belli fikrî, ideolojik amaçlar doğrultusunda etkilediği ve dönüştürdüğü dönemler geride kaldı, bunun yerine birlikte dönüşüm arzusu ve programından bahsetmemiz gerekir.
15 Temmuz’la birlikte millî ve yerli kavramının öne çıkmaya başlaması anlamlıdır. Hatta o gece sivil asker karışımı gayr-i millî unsurların Batılı emperyalist güçler adına Türkiye’yi işgale yeltenmesiyle birlikte Birinci Dünya Savaşı öncesi şartlarının gündeme gelmeye başlaması da çok önemlidir. Bu hatırlama bir tesadüfün neticesi değildir. Bu, yüz yıl önce unutuluşa terk edilen meselelerin bir gün gelip kendini hatırlatmasından başka bir şey değildir. Gerçek sorunların yeniden tarih sahnesine çıkmasıyla yerli ve millî fikriyatın tetiklenmesi kaçınılmazdı. Karmaşa, uyumsuzluk, mesafe ve çelişkinin 24 Haziran seçimleriyle en üst seviyeye çıkması da gerçek sorunların, Batı’dan ithal edilen fikriyat ile oluşan yapay karşıtlıklara küçük bir dokunuşunun neticesidir. 24 Haziran seçim sürecinde gündeme gelen “muhafazakâr muhalefet”, “muhafazakâr müdahale” kavramsallaştırması da bu küçük dokunuşun neticesinde ortaya çıkan muhafazakâr yabancılaşma örneğine işaret etmekteydi. Bu topraklarda ne yazık ki pek de yabancısı olmadığımız Batı adına hareket eden ve kendi coğrafyasına yabancılaşan yeni halkalar söz konusudur. Fakat sahici dinamiklerin iteklemesiyle güçlenen millî ve yerli fikriyat karşısında yabancılaşan unsurların çok esaslı bir duruşu temsil etmedikleri seçim sonuçlarından anlaşılmaktadır.
“Sahici dinamiklerin iteklemesi” durumunu bilerek dillendiriyoruz. Zira Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra yaşadıklarımız, tarih ve coğrafyanın bir kader olduğunu öğretmişti. Şimdi ise fikirlerin de bir kader olduğunu öğreniyoruz. Geçen asırda yaşadığımız fikrî abluka çok şiddetli ve ağırdı. Bu ablukayı yine fikrî, siyasî ve kültürel bir direnç ve atılımla kırmak çok kolay değildi. Millî ve yerli kavramları biraz da tarih ve coğrafyanın iteklemesiyle anlam kazanıyor. Hazır, alışıldık (geleneksel) kalıpların ciddî anlamda sorgulamaya muhtaç olması da sürecin karmaşık yapısını ve tarih ve coğrafyanın iteklemesinin önemini gösteriyor.
Bundan sonra mazeret üretmenin fazla bir anlamı olmaz.