Sahi, katil kimin uşağı?

Bizim mizahilerimizin ağızlarını gere gere söyledikleri bir söz var: “Mizah ciddi iştir.” Hiç de mizah barınmayan bu sözün pelesenkliğini gözardı ederek söyleyelim: Polisiye ciddi iştir.

Bu ciddiyet ülkemizde bugünlerde bir üst basamağa taşındı. Artık bir polisiye edebiyatı dergimiz var: 221B.

Bu durum çağdaşlaşmamızın hakiki ölçütlerinden biri aynı zamanda.

Wittgenstein’ın kütüphanesi tıka-basa polisiyeyle doluydu; bilirsiniz.

Gündelik hayatın hay-huyundan yorulan, yeknesaklığından bunalan, serapa ciddiyetten nefes almak isteyen zihin, kimileyin dinlenmek ister. Yorgun zihin için dinlenmek hem zorunluluk, hem de hak. Sürekli günlük işlerle iştigal etmek, düşünmek, hissettiklerini anlamlandırmak, karşılaştırmak. Bütün bunlar insanı yorar.

Zihin nasıl dinlenir? Çoğunluğa göre kısa süreli nadasa alarak. Kimilerine göreyse malâyani şeylerle iştigalle. Modern zihin için polisiye bu yollardan biri.

O da Sanayi Devrimi’nin çocuğu

Sanayi Devrimi’nin akabinde Anglo-Sakson kültürünün ürettiği türün Kıta Avrupası’na yayılması fazla gecikmedi. Amerika’ya sıçraması da. Zaten Edgar Allen Poe türün edebi vasfa kavuşmuş yaratıcısı değil miydi? Morg Sokağı’ndaki Cinayet’in üzerinden çok geçmeden Arthur Conan Doyle, Baskerviller’in Köpeği’ni ortalığa salmıştı bile.

Türün ilk psikolojik derinlikli karakteri sıfatını hakeden örnek Belçikalı Georges Simenon’a ait. Poe’nun tutturduğu edebi düzeyin tavsamasına da iyi bir tedbirdi bu. Ve elbette türün “Kraliçe Viktoryası” Agatha Christie. Ülkemize de gelen, İstanbul’dayken Pera Palas’ta kalan ve Şark Ekspresi’nde Cinayet’i yazan Christie, polisiye türünün en doğurganı.

Başka bir açıdan baktığımızda polisiye, yüzyıllar boyunca batıda örneğini bolca gördüğümüz şövalye romanlarının çağdaş bir devamı sayılabilir. Bu kez kahramanımızın bir elinde uzun mızrak, öbüründe kalkan, üstünde de çelik zırh yoktur; bunun yerine kahramanımızın bir elinde pertavsız, öbüründe not defteri vardır ve takım elbisesiyle ortalarda gezinmektedir.

Biraz daha geriye gidersek, doğuda da batıda da örneğini bolca görebileceğimiz destanla karşılaşmamak imkânsız. Zaten insanoğlunun olanca edebiyatına zemin teşkil eden anlatıların yalnızca iki mesnedi yok mudur? Ya aşk ve tabiat meselelerini ele alan lirik yahut cesur insanların kahramanlıklarını sayıp döken epik.

Katil ile hafiye: işte polisiye

Kendisine icraat sahası olarak şehri tutan yeni cengâver bıkıp usanmadan tek bir düşmanla savaşır: katil! Cinayeti kim işledi? Nasıl işledi? Niçin işledi? Hafiyemiz katili ne zaman bulacak? İpuçlarını ne vakit keşfedecek? Olanca merak unsurunun odaklandığı bu hususlar, elbette romandaki karakterin ruhi derinliğini görmezden gelmeye yeter de artar bile.

Meseleyi biraz daha ciddiye aldığımızda işin rengi değişir ama. Dostoyevski’nin şaheseri Suç ve Ceza yahut İngiliz Edebiyatı’na İrlanda’nın hediyesi Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi gibi eserler, edebi evsafının yanında, aynı zamanda birer polisiye değil midir?

Bizim edebiyatımızdan da benzer nümuneler çıkmadığını düşünenler fena hâlde yanılmakta. Padişahı bile (Sultan II. Abdülhamid) polisiye seviyorsa edebiyatçılarımızın türe ilgisi niçin bir tek okuma evresinde kalsın ki!

Dünyanın kadri bilinmemiş yazarlarının en büyüğü Ahmet Mithat Efendi, eski(den) komünist şairimiz Nâzım Hikmet, tek seferlik girişimle bile olsa Necip Fazıl, ömrü hayatında Cingöz Recai’nin yaratıcısı Server Bedi’nin sırtından geçinen Peyami Safa ve elbette ‘sahte çeviri’leriyle Kemal Tahir, zihnini polisiyenin sükûnet limanında dinlendirenlerden. Vâ-Nû, Ercüment Ekrem Talû, Peride Celâl, Esat Mahmut Karakurt ve Refik Halit Karay türde az-çok eser veren şahıslardan birkaçı. Ve hem edebi nitelikten vaz geçmeyen, hem de türün başarılı örnekleri arasına girmeyi hak eden Pınar Kür.

Nihayet 221B

Türkiye’de bunca yazarı, çizeri, okuru, meraklısı var ama polisiye kültürünü sırtlanacak süreli bir yayını yok. Mylos Yayın Grubu bu makus talihe bir son vermiş durumda. Ülkemizin biricik polisiye kültürü dergisi 221B, bu ay ilk sayısıyla meraklısını arıyor.

Bilindiği gibi 221B, Sherlock Holmes’un Baker Caddesi’ndeki evinin kapı numarası.

221B’nin yerli misafirleri arasında kimler yok ki! Ahmet Ümit ile Sevin Okyay da ekipte. 64 sayfalık iki aylık derginin kapak konusu, Altın Çağ Kara Romana Karşı. Suphi Varım’a ait yazı, iki cihan harbinin ortasına denk gelen Amerikan altın çağı ile Dashiel Hammet’ın temsil ettiği kara roman üzerine kaleme alınmış. Makalede, türün meraksızlarına bile parmak ısırtacak ayrıntılar kol geziyor. Ayrıca dergide polisiye kurgu metinleri de var.

Çizgi roman bile var

Derginin kuşkusuz en güzel sürprizi, Murat Başol’un çizdiği ve Levent Cantek imzasını taşıyan Bozkır adlı polisiye temalı çizgi roman.

Türün klasiklerinin yanında Türkiye’den ve dünyadan yeni yayımlanan polisiye romanları ele alan, polisiye yazarları, anlayışları ve etkileri üzerine yetkin yazıların yeraldığı dergi, adından çok sözettireceğe benziyor.

Damping uygulanmışçasına bollaşan genel-geçer dergicilik yerine böylesi uzmanlık alanlarına yönelmiş yeni dergileri beklemek hakkımız.

***

Niçin daha fazla uzmanlık dergimiz yok?

Sombahar Dergisi’ni hatırlar mısınız? Hatırlayanlardansanız, kimi şeyleri unutmaya hak kazandınız demektir.

İki aylık bir şiir dergisiydi. Kalıcılık bakımından 90’lı yıllara deyim yerindeyse damgasını vuran dergi 35. sayı sonrasında kapandı.

Kapanma gerekçesi manidar: Dergi yurt sathında 800-900 satıyordu ama her ay dergiye yayımlansın diye şiir gönderenlerin sayısı 1200-1300’ü aşmaktaydı. Bırakalım dünyada metrekareye en fazla şair düşen ülkemizin şiirseverlerini, yalnızca yayımlatmak için dergiye şiir gönderenler, şiirlerinin yayımlanıp yayımlanmadığına bakmak için bile dergiyi satın alsalardı Sombahar kapanmayacaktı.

Ya Hayalet Gemi? O da aylık başladığı yayın hayatını iki aylığa çevirmesine karşın kapanmak durumunda kalmıştı. Bereket on yıllık bir yayın süresinden sonra.

Kimler yoktu ki bu dergide? Türk Edebiyatı’nda farklı kulvarlarda yeralan yazarlar, çevirmenler ve hatta yayıncılar. Murat Gülsoy, Nazlı Ökten, Mehmet Açar, Yekta Kopan, Ayfer Tunç, Ergun Kocabıyık, Orhan Cem Çetin, Pınar Türen, Zeynep Direk ve Selçuk Orhan… Bu yaratıcı ekibi biraraya getiren dergi fantastik bir edebiyat anlayışına sahipti. Yayınlanan denemeler, makaleler, değiniler, resimler, fotoğraflar ve elbette hikâyeler, kesinkes fantastik bir yön barındırmaktaydı. Derginin tasarımı da edebi vasfı kıratındaydı elbette.

DVD+ bile tarih olmuşken

Peki ya DVD+ adlı dergiyi hatırlayan? Türkiye’de çıkan en ilginç sinema dergisiydi. İlginçti çünkü sinemayla irtibatı aslında ev sinemasıyla sınırlıydı. Ne ki bir DVD’yi yalnızca içindekinden hareketle değil; DVD’sinin menüsüyle, aktarımındaki yöntemle, görüntü ve ses kalitesiyle, DVDnin barındırdığı artı malzemeyle, kapak tasarımıyla filân değerlendiren ülkemizdeki yegâne dergiydi. Her sayı en az bir DVD hediye etmesi de cabası.

Gelgelelim, sektörün tam göbeğinde bulunmasına karşın bu başka bir eşi-benzeri bulunmayan dergi de artık yok.

Uzun lâfın kısası, bizde ana akımın dışında yeralan ve uzmanlık alanlarında yayın yapan, buna rağmen kendisine özel bir muhatap seçmiş yayın fazla yok. Çıkanları da pek yaşamıyor. Bunun günümüzdeki istisnai örneklerinden biri TeleVizyon Dergisi sayılsa gerek. Belli ki bunda TRT gibi bir kurum tarafından çıkarılmasının payı yüksek.

Western türüne katkı mı demiştiniz?

Batı kültürü ile bizimkisi arasında, bu işin uzmanları kırkbir fark sayıp dökebilir. Bence en önemlilerden birisi, günümüz Türk aydınının sınıflandırma aşamasındaki vukufiyetsizliği…

Cumhuriyet aydınına dikkat edin, önündekileri bihakkın tasnife yeltendiği handiyse her durumda hissi kabullerini DE ölçütlerinin arasına katmaktan kendini alamadığını görürsünüz.

Müzikte, edebiyatta ve sinemada hep böyle bu. Kendi beğenisi, adil yargısına baskın gelir çoğun. Başka bir ifadeyle, beğendiğini yüceltmek, beğenmediğini küçümsemek ihtiyacında hisseder kendini.

Beğendiğini yüceltmek.

Aslen olağan bir eğlence sineması öğesi sayılması zorunlu Quentin Tarantino, bu minvalde turnusol kâğıdı işlevi görecek denli iyi bir örnek. Tarantino bütün dünyada fenomen düzeyine çıkmış biri; burası doğru. Yazdığı senaryolara getirdiği küçücük ama önemli katkıyı, çektiği filmlere eklediği naif lezzeti kimsenin inkâra yeltendiği yok. Ne ki bizdeki kadar da yücelttiği yok. Demem o ki aklı başında hangi hayranına sorarsanız sorun, yönetmenin sinemasından aldığı keyfin zihnini bulandırıp onu yüceltmek gibi bir tavra sürüklemediğine şahitlik edersiniz. Amaç eğlenmek, sadece eğlenmek.

Gelgelelim bizde Tarantino, geleneğimizde öyle bir şey olsaydı sinema azizi falan ilân edilebilirdi.

Onuncu filmini sonuncu filmi sayacağını yıllar önce iddia eden fenomenimizin bir önceki işi de bir westerndi: Django Unchained. İyi müzik, sıradan değilmiş gibi görünen sürükleyici bir hikâye, çizgisel olmayan anlatım ve afili bir sinema dili.

Hakkını teslim edelim. Tıpkı Django Unchained gibi The Hateful Eight de tipik bir western değil. Birşeyleri farklı. Üstelik az bir fark da değil bu.

Artık Tarantino’nun kült oyuncusu yaftasını boynunda keyifle taşıyan Samuel Jackson, Kurt Russel, Jennifer Jason Leight gibi isimleri bünyesine katan filmin senaryosu da yönetmene ait.

Kapalı mekân, kapalı insan

İç savaş döneminin sonrasında bir grup yabancı, tipiden korunmak için bir dağ kulübesine sığınır. Çok geçmeden, aralarındaki bağların birbirlerinin hayatını tehdit ettiği ortaya çıkar.

Film bu sekiz kişinin yollarının beklenmedik kesişmelerinin örüntüsü. Başka bir ifadeyle western türüne özgü bir hesaplaşma hikâyesi. Ama olağan sinema izleyicisinin sabrını zorlayacak denli upuzun diyaloglar, her midenin kaldıramayacağı kanlı sahneler ve farklı mizah anlayışıyla anlatılıyor bu hikâye. Ve Bir Avuç Dolar, Onları Yükseğe As, Armonikalı Adam, Bir Zamanlar Amerika, Bir Avuç Dolar gibi filmlerin bestecisinin zihninden çıkan muhteşem müzikler eşliğinde. Filmin müzikleri de türün bir başka kültüne, Ennio Morricone’ye ait.

The Hateful Eight, zıpır bir zekânın ürünü. Sinemanın beylik trüklerini küçücük elçabukluklarıyla allayıp pullamanın ustası bu zekâ, gene iddiasını ispat ediyor. Derinlik mi? İşte onu aramak boşuna.

Tarantino onuncu filminden sonra film çekmeyi bırakacak. Ama üç vakte kadar sinemaya geri ‘dönecek.’ Ve bu da beni hiç şaşırtmayacak.