Sahada göz açtırmadıklarımıza HD kalitesinde vuruluyoruz!

Türkiye’nin sadece son bir ay içerisinde içeride ve dışarıda uğradığı saldırıları şöyle bir hatırlayacak olursak; Beşiktaş (PKK), Kayseri (PKK), Rus Büyükelçi suikastı (FETÖ) ve son olarak El Bab (DEAŞ). Bu eşdönemli saldırıların merkezinde Türkiye olduğu aşikar. En az bunun kadar açık bir başka gerçek ise karşımızda tek bir kumanda olduğu. Ve artık bununla yüzleşmemiz gerekiyor.

‘Mezhepçi’ DEAŞ, ‘Kürt ayrılıkçısı’ PKK ve ‘diyalogcu’ FETÖ, farklı zihniyetlerde olmalarına ve hatta arka planda birbirlerine “düşman” olduklarını iddia etmelerine rağmen, neredeyse eş zamanlı olarak düzenledikleri benzer saldırılar sonucu verilen kayıplar başka bir boyuta ulaştı.

Bu üç örgüt ve onları kumadan edenlerin psikolojik P.R. savaşlarından bahsetmek istiyorum.

Ülkemiz 2014’te çok ağır bir Ayn-el Arap (Kobani) süreci yaşadı. DEAŞ’ın işgal ettiği şehrin halkına hiçbir rezerv koymadan kucak açan Türkiye’ye 6-8 Ekim olayları ile ağır bir bedel ödetildi. Yasin Börü ve 4 arkadaşının bu olaylarda vahşice katledilmesini unutmak asla mümkün değil. O güne kadar 2 milyona yakın Suriyeli Arap ve Türkmen’e kucak açan Türkiye, dünyanın dikkatini bu konuya çekmediği gibi, DEAŞ’a yardım eden bir ülke pozisyonuna bile sokulmuştu. Uluslararası platformlardaki Kürt lobileri ve FETÖ teşkilatlanması, kamuoyu üzerinde kurdukları baskı ile özünde AK Partilileri ve genelde dindar Müslümanları ‘cihatçı’ ilan ettirmişti. Özgür Suriye Ordusu ile bir türlü ortak operasyon yapamamızın nedeni de bu lobiydi.

Suriye savaşının stratejik ve siyasi seyri -bana göre- Kobani üzerinden gözlerimizin önünde değiştirildi. DEAŞ’ın işgali ve ardından Kobani’de bu işgale karşı koyan PYD-PKK-HDP ittifakı çok büyük bir siyasi kazanım elde etti. PKK ve PYD, terör örgütü listesinden çıkıp, ABD’nin bölgedeki ‘resmi’, hatta armalı silahlı gücü pozisyonuna terfi ettirildi.

Bu arada Kobani’den gelen 200 bine yakın sivili karşılayanlar ise o güne kadar Suriye savaşına kör-sağır olan, Esed’in katlettiği binlerce sivile tek bir satır yer vermeyen uluslararası medya markaları olmuştu. Reuters, AP, CNN ve BBC’den tutun da Norveç’in, Kanada’nın, Japonya’nın adını okumakta bile zorlandığımız basın kurumları Suruç’ta adeta üs kurmuştu. Sözde tüm dünyaya işgale uğrayan bir şehrin ve yaşadıkları evleri terk eden halkın dramını yansıtıyorlardı. Oysa bu egemen medya kurumları ve ajanslar, Kobanililerin dramından çok DEAŞ’ın dehşet ve vahşetini tanıtmaya çalışıyordu. İnsanları nasıl kesip doğradıklarını, ateşe verip yaktıklarını tüm detayları ile yayınladılar. Tüm dünyaya bu dehşeti gösterirken onları buradan temizleyecek kahramanları da tanıttılar: PKK ve PYD! Tabi, ‘terör örgütü’ sıfatları olmadan…

İçinden geçtiğimiz günlerde de benzer bir durum ile karşı karşıyayız. DEAŞ’ın iletişim yöntemleri ve medya gücü yeniden kendini göstermeye başladı.

Bir hatırlatma daha yaparak meramımı anlatmak istiyorum: DEAŞ’ın 2014 yılında 22 Suriyeli esiri kafalarını keserek öldürdüğü video inceleme altına alınmıştı. Yaşanan vahşeti ve katliamı en acımasız koreografiyle yansıtan DEAŞ’ın propaganda videosu için hiçbir masraftan kaçınmadığı belirlenmişti. ABD merkezli terörizm araştırma şirketi TRAC, bu videonun en az 200 bin dolara (700 bin TL) mal edildiğini ve pek çok açıdan HD kameralarla profesyonel bir kaliteyle üretildiğini raporlamıştı.

Terör örgütleri, psikolojik savaşın can ve mal kayıplarından ziyade toplumun sinir uçlarına saldırdığını çok iyi biliyorlar. Bu yüzden de ‘yüksek prodüksiyon teknikleriyle’ çekilmiş, ses efektleri ve yavaş çekim görüntülerle sinema filmi gibi kurgulanmış videoları servis etmeye başladı yine DEAŞ. Daha önce de DEAŞ’ın stüdyo ortamında çektiği ve sonradan düzenlettiği çok profesyonelce işlenmiş sahte videolar izletildi dünya kamuoyuna. Bu kadar ince detayları ile kurgulanmış vahşet videolarının aynı zamanda kafa kesen insanların zeka ürünü olduğunu düşünmek bile açıkçası aptalca olur. Akıttığı kandan başka gövde gösterisi olmayan, elindeki silahlı teçhizatı bilinmeyen ve tam olarak nereden türediği belli olmayan bir örgütten böylesine ince bir zekayı elbette bekleyemeyiz. Fakat arkasındaki prodüksiyon ekibinin, PR’cılarının ve medya operasyonları yapan kadrosunun Batı tandanslı olduğunu tahmin etmek hiç zor değil. Batı’nın teknolojisi, bilgisi ve vizyonu DEAŞ’ın kan damlayan her video kaydında çıplak gözle görülüyor. Bu vahşi örgütün bombalı yelekleri ‘rütbe’ olarak giyen mensuplarını, yaptığı olağanüstü iletişim çalışmaları sonucu devşirdiğini de hatırlatmakta fayda var.

Sadece DEAŞ değil, PKK ve FETÖ de birbirinden etkili ve güçlü bir iletişim gücüne sahipler. Terörizm, iletişimi etkin bir silah olarak kullanıyor artık. Sosyal medya, dijital medya, internet siteleri, vakıfların fonladığı düşünce sayfaları, terör örgütleri için psikolojik savaş alanları adeta. Bu örgütlerin artık tam teçhizatlı dijital savaşçıları da var. Sahada her türlü üstünlük kurduğumuz bu terör örgütleri, dijital dünyaya kaydırdıkları psikolojik harp unsurları ile vuruyor bizi.

15 Temmuz’u göğüslemiş, daha 15 gün içinde çok büyük 4 acı yaşamış bu toplumu, toplamda 1 milyon aktif ve etkin kullanıcısı olan Twitter üzerinden dağıtmaya çalışıyorlar. Yerli ve milli medya yayıncılığını, yerli ve milli gazetecilik standartlarını, yerli ve milli psikolojik harp stratejilerini acilen gözden geçirmemiz ve bu alanlara olabildiğince hızlı ve doğru yatırımlar yapmamız gerekiyor.