Bilerek veya bilmeyerek herkes saflığın peşinde. Ya kuru bir iddiadır bu kimileri için yahut ispata dahi ihtiyaç duyurmayan bir bedahet. Saflık talebinin, iki tarafı da kesen bir kılıç hüviyeti barındırdığını unutmuş değilim. Ne ki bu taleplerden, bulduğu saflığı suiistimal için arayanlar mevzuun dışında.
Saflık deyince birinin öbürünü çağrıştırdığı iki farklı şeyden söz ederiz aslında. Hamakate akan bir akıl kıtlığı ve kalbin temizliği için bile-isteye aklı ve dayattıklarını terk etme kabulü…
Bu açıdan baktığımızda pek az istisnaları dışında, bir mecburiyet değil, bir tercihtir saflık; üstelik her iki anlamıyla da. Öyle yaratılmışlıktan çok, herkesin seçebileceği bir yol ayrımının eşiğindeyken tercih edilen dikenli patika. Çoğunluğun değil, ancak azınlığın yolu.
Dikkat ederseniz, yalnızca kamu huzurunda tasvip edilen tarafıyla saflığa işaret etmiyorum bu tespitte. Çünkü en teşmil tabiatlı kişinin dahi işlerini aynı beceriklilikle yürütebilmek için başkalarının yanındayken bu mânâdaki saflığı, hilesizliği, bugün tercih ettiğimiz anlamıyla dürüstlüğü yüceltmekten yana tavır alacağı açık. Burada kastedilenin daha çok, başkalarının kendisine hamakat yükleyeceği durumlarda bile kendi iç dengesi adına menfaatinden fedakârlıkta bulunabilme yüce gönüllülüğü. Dik, dar, sapa ve dikenli bir yol.
Maksat saflık olsun
Peki nasıl oluyor da insan, çevresindekilerin rağmına ve onların beherine meydan okurcasına yürürlükteki davranış kalıplarının defalarca tutmuş formülleri yerine, arkaik ve daha çok kişinin kendisini iptale yönelik bir yolu tercih eder? Başarmak dururken kendisini kaybedeceği yola sokar?
Mutlu Lazzaro (Lazzaro Felice) adlı filmin bu soruya apaçık bir cevap teşkil barındırdığını iddia edecek değilim. Ne ki Lazzaro’nun, köylülerinin tutturduğu güvenli yol dururken karanlık, çetin ve çıkmaz yollara sapmasının arkasında da köylülerininkinden farklı ama benzer bir çıkara hizmet eden bu yolu, hayatının bir döneminde, bilerek ve isteyerek tercih ettiğini bütün berraklığıyla ifade ediyorum. Çünkü insan saf doğmaz. Yahut bütünüyle. Tersine insan, saflığa varmayı hedefler.
Kimisi başkalarının kendisini yadırgamalarına aldırmadan, her iki anlamıyla da saflığı tercih eder; kimisiyse yol üstündeki her engeli, önündeki bütün ihtimalleri ve şartları seferber ederek, gerektiğinde şeytanla bile anlaştıktan sonra vakti saati geldiğinde makas değiştirip saflık yoluna sapmak niyetiyle bir ömür iş tutar. Çünkü bu tür insana göre saflık zaten bir gayedir; güzergâh değil. Dolayısıyla saflığın vadettiği katışıksızlığa ulaşmak için yol boyunca saf kalmak zorunda değiliz. Maksat saflık değil miydi? Usûl değil, maksat!
Peşinen ifade ettiğim hükmün teferruatı için filme gözatmak kâfi.
Lazzaro, İtalya’nın ücra bir köyünde yaşayan bir delikanlı. Köydeki erkeklerin, kadınların, çocukların, belki hayvanların bile kaale almadığı, tahfif ettiği, üstelik istifade etmekten de sakınmadığı bir genç.
Kılıçdaroğlu’nun gayda bildiği tuluma benzer bir çalgı eşliğinde okunan serenadın ardından tanıdığımız Lazzaro karakteri, kendisine ne iş verilirse ona koşan, “Hayır!” demeyi bilmeyen biri. Ve her şeyi hayra yoran. Elbette bütün ahali onun bu yönünü hızla suiistimal etmekte gecikmez. Siz neyiniz var, neyiniz yoksa ortalığa sebil niyetine bırakırsanız istifa edecek birileri çıkacaktır elbette. O yüzden de bütün angaryaların yüklenicisidir Lazzaro.
Gönüllü günah keçisi.
Bilgelik ve maskaralık
Fakat mutludur Lazzaro. O yüzden adı Mutlu’ya çıkmıştır. Aldırmamanın, alınmamanın sırrını çözmüş bir bilge sanki. Öte yandan çocukların bile maskarası hâline gelmiş. Yoksa bu iki durumdan biri, ötekinin vazgeçilmezi mi? En çok çalışan ama en az dinlenen, varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark görülmediği hâlde kendisinden istifade mikyasınca mühimsenen biri. Film Lazzaro’nun sonu gelmez saflıklarını bir bir sergilerken, bir markizin temsilcisinin kendilerini soyup soğana çevirdiği köy ahalisinin de bu durumdan keyiflenmesi şeklinde akıp gitseydi tatlı bir mizah çıkabilirdi ortaya. Ve keyifli bir seyirlik. Bir üsttekinin bir alttakini sömürdüğü bir düzeni tabii gören mekanizmayı da tahfif edince ortada mesele filân kalmazdı.
Ne ki Alice Rohrwacher’ın yazıp yönettiği film geçen sene Cannes’da senaryo ödülüne lâyık görülmüş. Yani ortada mühimsenmesi zorunlu farklı meseleler var.
Ahırdaki bir eşek kadar olsun kendisine değer verilmeyen Lazzaro, günün birinde köylerini ziyaret eden markizin oğluyla bir şekilde yakınlık kurar. Onu tepelerdeki gizli köşesine götürür. Ertesi gün delikanlı kaybolur. Bütün köy halkı işini-gücünü bırakıp delikanlıyı aramaya başlar. Lazzaro, onun, kendi gizli köşesine gidebileceğini elbette düşünür. Ama bunu kimseye belli etmez.
Ertesi gün, ailesiyle anlaşamayan ve Lazzaro’nun kişiliğinden istifade etmek isteyen markizin oğlu bir kaçırılma plânı kurar. Bu plânda başrol Lazzaro’nundur.
Yeni rolüne hızla ısınan ve uyum sağlayan Lazzaro’nun ‘tercihleri’, saflık üzerine bir kez daha düşünmemizi teşvik ediyor. Hem de mistik sayılabilecek birçok malzemenin eşliğinde.