Şair, romancı, hikâyeci, ressam, besteci, piyes yazarı, heykeltıraş… Mimar hatta.
Ve hatta geçen yüzyılda bu kervana bir kısım fotoğrafçıyı, bazı yönetmenleri ve başka kimi ifade sahalarındaki mümtaz isimleri eklemek de pekâlâ mümkün. Özel işlerle iştigal edenlerin hemen hepsinin vazgeçilmez bir ortak noktası var: Herkese, her fırsatta aslında sıradan bir insan olduklarını kanıtlama arzusu.
Doğrusunu isterseniz, hakiki manâsıyla “san’atkârların” bir ömür boyu, hiç bıkmadan ve yorulmadan peşinde koşturdukları ve en mühim mesele hâline getirdikleri bu arzu, bir yanıyla hem kabul edilme isteğine işaret etmede, başka bir yanıyla da daha derinlerde yatan “Ben farklıyım” gerçeğini red isteğine yahut inkâr beklentisine dayanmada: “Biliyorum, ben farklıyım. Ama n’olursunuz bunu yüzüme vurmayın. Hatta mümkünse lûtfedin de beni de aranıza kabul edin.” Yani bedahet çapındaki bir farkındalığın içerisine sinmiş görmezden gelme ve görmezden getirme gayreti…
Haklısınız, her sanatkârın değil elbette. Yahut kendisini öyle zannedenlerin. Yahut da kendisini bir şekilde öyle zannettirenlerin. Bu hayli naif tavır, hakikatiyle bir tek yaratıcı sanatkârlara mahsus. Bazen önemli işlere imza atmış sanatkârlarda bile bu edaya rastlayamayabiliyoruz. Demek ki onu o yapan en esastan hususiyetini kabullenememe ve çevresindekilere de dayatma edası, daha çok cins sanatkâra mahsus bir eda.
Yâhut eza.
Kendi Adasının Robensonları
O yüzden bu varlık türüne özgü karakteri, en kalabalık meydanlardayken içine düştüğü yalnızlığından veya insanoğlundan bütünüyle uzakta, en ücra köşelerdeki iç kalabalıklığından şıppadanak tanırsınız; bakmasını biliyorsanız elbette.
Şöyle de söyleyebiliriz: Baudelaire’e bakarsanız Debussy’yi görürsünüz, Dostoyevski’ye bakarsanız Necip Fazıl’a rastlarsınız. Ve hatta Satie’ye bakarsanız Bergman’ı, Van Gogh’a bakarsanız da Şeyh Galib’i görebilirsiniz. Eugene Smith’e gözattığınızdaysa kendinizi Sainte-Colombe dinlerken bulabilirsiniz.
Kişi şahsen farkına varsın veya inkâr etsin, sonuç değişmiyor: Yaratıcı işlerle iştigal edenler, yaratıcılık mesleğini sürdürmeleri bakımından zannedildiğinin zıddına tanrıdan uzaklaşmamakta; tersine, tanrının inayetine daha bir sığınmakta.
Van Gogh için de geçerli bu tespit. Dilerseniz kendisine kulak verelim:
“Sevgili Theo,
Doğanın güzelliklerini duymak, hatta çok derinden duymak bile, dinsel duygu ile aynı şey değil, ama bu ikisinin birbirlerine çok yakın olduklarına inanıyorum.
Doğa karşısında hemen hemen herkes duygulanır, ama daha az, ama daha çok. Oysa Tanrı’nın bir ruh olduğunu ve ona inananların ona tüm ruhlarıyla ve gerçekten bağlanmaları gerektiğini ta derinden duyan pek az insan vardır. Anne ve babamız bu kişiler arasında. Sanıyorum Vincent Amca da öyle.
İncil’de ne yazar, bilirsin: “Dünya ve dünyanın ihtirasları geçicidir.” Ama başka bir yerde de “büyük bir kısmı elimizden alınmayacaktır.” deniliyor; bir de, “sonsuz yaşama doğru fışkıran pınar”dan söz ediliyor. Biz de Tanrı ile dopdolu olabilmek için dua edelim. Neyse, bu konular üstünde çok derinden kafa yorma, zamanla her şey daha açık-seçik doğacak içine. Dediğimi de yap. Dünya yüzündeki yazgımızın, Tanrı’nın hükümranlığındaki zavallı yoksullardan biri olmak, Tanrı’nın hizmetkârı olabilmek amacına ulaşması için de dua edelim, o yerden çok uzağız şimdilik, yine dua edelim ki gözümüz tek olsun, tüm gövdemiz ışıkla dolsun.
Roos’a da, beni soran herkese de selâm, sevgi. Seni seven ağabeyin Vincent”
Van Gogh bu cümleleri 17 Eylül 1875’de Paris’teyken kardeşine yazdığı mektupta kuruyor. (Theo’ya Mektuplar, Vincent van Gogh, Çev: Pınar Kür, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2013, s. 14-15).
Bu cümlelerin işaret ettiği hakikati görmezden gelmek için Van Gogh’un bir papazın oğlu olduğunu, hatta bir aralık kendisinin de papazlık ettiğini ileri sürmek mümkün. Ne ki benim kasdım da yalnızca tanımlanmış bir tanrı inancıyla sınırlı değil. Hatta modern yaratıcı sanatkârlarda bu inancın, bilindik inanma şekillerinden farklı kılıklara bürünebildiği de aşikâr.
Kendini İnsanda Tanıma
İşte bu yüzden Julian Schnabel imzalı Sonsuzluğun Kapısında adlı filmin prologunda yeralan cümleler böylesine mühim: “Onlardan biri olmak istemiştim sadece. Onlarla oturup bir şeyler yiyip-içmek, alelâde sohbet etmek… Ben onlardan şunu-bunu isterdim; onlar da hâlimi-hatırımı sorarlardı. Cevaplardım. Muhabbet ederdik işte.
Ve hatta arada bir de resimlerini yapıp onlara hediye ederdim. Belki bazıları saklardı o resimleri.
Kimbilir belki bir kadın bana gülümseyerek: “Aç mısın:” diye sorardı. “Bir parça peynir veya jambon veya meyve ister misin?”
İnsaniyetini hemcinsinin üzerinden anlama ihtiyacı… ve bu ihtiyaç giderilemediğinde sürüklenilebilecek birçok yıkımdan kaçma, hayata tutunma gayreti.
Van Gogh’un intiharından iki gün öncesine kadar 17 yıl boyunca kardeşine, yani mahremine yaklaştırdığı yegâne kişiye yazdığı edebiyat, fikir, sanat, resim, hayat ve hikmet parçacıklarıyla örülü mektuplarını içeren Theo’ya Mektuplar adlı kitabı mı, yoksa Arles’teki son dönemine odaklanan ve onu iflâh olmaz yalnızlığa, oradan da yanlışların yanlışı yola garkeden süreci resmeden Sonsuzluğun Kapısında adlı filmi mi öncelemek gerektiği size kalmış.