Ruh ve mekân… Ruhun mekânı… Mekânın ruhu…
Ruhun mekânı var mı?
Varlığını kabul edip etmeme bir yana, soyut olanı somut olana indirgeme ve ancak öyle kavrayabilme… İnsanımızın düşürüldüğü bu tuhaf fetişleştirmeci akıl yürütme tavrı…
Dilerseniz, şu az önce kullandığım birbirine zıt iki kavramdan önemlisini, mücerredi, gençlerin tercih ettiği biçimiyle ‘soyut’u ele alalım. Bu kavramın anlaşılmasıyla zıddı da vuzuha kavuşturulabilecek bir yol yakalanılabilir belki.
Doğadan ayrı; görülmemiş ve bilinmedik olan. En kaba biçimiyle soyut bu. Soyut sanat da, doğada bulunmayan / doğal olmayan, görülmedik, duyulmadık ve bilinmedik biçimleri konu edinen ya da böylesi biçimlerde kotarılmış sanat türü.
Şimdi, buradaki ‘doğa’ önemli.
Batı kafasının kabulünde daha yakın zamanlara kadar doğa, gözle görülüveren, kulakla duyulup elle tutulabilen biçimler ve maddi varlıklar karşılığında kullanılan bir terimdi. Doğaya benzemeyen, onun benzerliğini özellikle bir tarafa bırakan sanat da soyut sanat. Nasıl mı?
Ressamın kişilik süzgecinden geçen ve ondaki kimi öğelerle karışarak tuvale renkler ve biçimler kılığında yansıyan doğanın adı resim.
Akan derenin, cıvıldaşan kuşun, hışırdayan yaprağın, çakan şimşeğin ve bütün bunlardan zengin ses yelpazesiyle türlü türlü hâllerde değişik kılıklara bürünen insan sesinin benzerine imkân veren aletlerle taklit edilen doğa seslerinin adı müzik.
Bizzat doğanın insan elinde biçime girmesinin adı heykel.
Sözcük kılığına bürünerek biçimlenmiş doğanın adı şiir.
Peki ya mimari? Yani soyutun somutla imtihanı? İşte zurnanın peşrev istediği yer.
Doğanın yapıda temsili
Doğal ile soyutu birbirinden apaçık bir biçimde ayırabilen Batılı, iş mimarlığa geldiğinde aynı apaçıklığı rahatça sergileyememiş çünkü mimarlıkta doğayı öbür sanatlardaki gibi rahatça aktarmanın uygulama imkânı yok. Dolayımlama yahut temsiliyet şart.
Niçin mi? Mimarlık, düzayak soyuta giden bir kuruluş zorunluluğunu dayatır da ondan. Buna rağmen Batılı zihin, ne yapar eder ve gün gelir, kendi anlayışındaki doğayı mimarlığa da uyarlar: yük taşıyan insan heykeli biçimli sütunlar, defne yapraklarıyla bezeli başlıklar, eğik dalları andırır kemerler, salyangoz kabuklu bezemeler… Özellikle Batı mimarlığının zirvesi kabul edilen gotik dönemdeki handiyse doğal aziz heykelleri… Ve rokoko anlayışın maddede yeniden biçimlendirilmesi…
Bilimin ve özellikle de tekniğin gelişmesiyle birlikte doğanın, gözle görülüp elle tutulan, koklanıp tadılan ve duyulan sınırlarının ötesine ulaşıldığı için Batı’da da bu kavramın tanımı bir anlam genişlemesine uğrar. Dahası doğayı taklit etmektense yorumlayabileceğinin ayrımına varır Batılı; böylelikle de soyut sanat için ifade kapılarını sonuna değin açmaya cesaret eder.
Bize göre doğa
Bir de bize bakmayı deneyelim:
Daha başından beri, bizde biri eline fırçayı aldığında çizdiği minyatürde, yaptığı bezemede, işlediği süslemede asla doğayı birebir taklide yeltenmemiş, herhangi bir öğe doğada ne biçimde duruyor ve nasıl görünüyorsa aynıyla sanatın malzemesi hâline getirmemiş; doğayı belki bir temel fikir durumunda alarak ona kendi bakışını, kabullerinin yorumunu kattıktan sonra ancak aktarmış. Böylelikle Doğu’da ve özellikle de İslâm dünyasında, doğayla bağlantılı anlamda bir soyutlama tavrından öte, doğadaki biçimleri kendi hâlinde eritmiş bir soyutlama anlayışı çıkar.
Doğaldır ki bizdeki soyut da Batı’dakinden farklı. Batılı’ya göre doğalın zıddı, ondan koparıldıkça tasavvurlaşma durumundaki soyut, bizde doğaya bitişik, buna karşın, yine de doğada eşi benzeri bulunmayan, sanatın müdahalesine uğramış bir olgu hüviyetinde. Çünkü biz doğayı yalnızca madde planında ele almamış, onun manevi tarafını da kabullenmişiz. Batılı’nın gözünde doğa kaba bir görüngüler dünyası… Bizde ise derinlik yüklü bir manevi alem. O yüzden de, resmin de, özel anlamıyla heykelin de içinde eridiği bir soyutlama anlayışıyla o erişilmesi olanaksızlaşmış mimarlık ürünlerini ortaya çıkarabilmişlerdi atalarımız. Evet, mezar taşlarına Müslüman’ın heykeli demenin ne mahzuru var ki!
Tüm öbür nitelikleri yanında Osmanlı mimarlığının önde gelen ayrıcalıklarından biri, belirli bir ‘nispet’ anlayışı doğrultusunda tüm sanatların bir bireşimini öngörebilmesi…
Dünyada cennet mekân
Kaygılanmayın; sözü döndürüp dolaştırıp betonarmeye ve beton yapıların ne kadar çirkin olduklarına taşıyacak değilim. Tersine, biliyorum ki bütün öbür sanatçılar gibi mimarın da çağının malzemesini kullanmaya hakkı vardır. Ama nasıl? Yalnızca bu soruyu sorup geçelim. Bir de şunu vurgulayarak: Çağımızın beton, demir ve çelik gibi yeni mimarlık öğeleri, mimarlık anlayışlarımızla nasıl bağdaştırılabilir? Bu bağdaştırmada mimari tavır nasıl bir rol üstlenebilir? Yalnızca pratik dayatmaları dikkate almak yerine mimarlık anlayışı öne geçirildiğinde betonla Türk zevki ne tür bir izdivaca kavuşur? İşte bu soru ülkemizde pek sorulmadığı, Batı’da ise karşılığı farklı verildiği için bugün şu tuhaf mekânlarda yaşıyoruz. Üstelik şunu da hiç hatıra getirmiyoruz: Yalnızca cennet benzeri mekânlarda yaşamayı hedefleyenler cennet mekân olur.
Üstelik ruhunu nesnelere ve olaylara kazıma rüyası güden her dava, bir estetik kabulü içinde bu rüyasını nesneleştirir. İşte ruhunu tırmandırdığı noktada gördüklerini başkaları için de görünür kılmanın bir forma büründürülmüş hâli mimari… Mimar da ustalıkla ruhu yücelere tırmandırma ve tırmanılan yerden en öteleri gözetleyebilmenin sırrına ermiş, üstelik bu sırrı nesneleştirebilmiş kişi… O yüzden de her dünya görüşünün mimarisi birbirlerinden farklı. Demek ki mimarinin mikrokozmosu durumundaki ev, kişinin düşlediği yeryüzü cennetinin tecelli mekânı iken, aynı zamanda o düşün öte-dünyadaki ceremesinin devşirildiği yer…
Ruhun sükûna erdiği mesken
Öyleyse nedir ev?
Ev: mutluluk mekânı; daha doğru bir anlatımla, mutluluğun mekân kılığına girmiş hâli… Ruhun sükûna erdiği mesken… Yahut tersi…
Tam da bu yüzden, bir insanın ruh çözümlemesini en iyi veren öğe.
İnsan evde yaşamaz; ev insanı ‘yaşatır’. (Yahut tam tersi.)
Ruhumuz, kişiliğimizin ‘oturma’ yeri; evlerse ruhumuzun.
Evrende her şey nasıl kendi mevkiini arıyor ve ancak bulduğunda ‘denge’ kuruluyorsa ruhumuz da ancak kendine uygun yeri bulduğunda teskin olabiliyor. Büyüklerden bir haksızlığa uğradığında bir çocuk ruhu, masa altı gibi, komodin arkası gibi, loş banyodaki dolap arkası gibi sığınacağı, büzüşeceği yerler arar. Yaralanmış ruhunu oralarda teskin etmeye gayret eder. Belki de bunu bilen çağdaşlığın mimarları, (Elbette onların emrindeki çağdaş mimarlar da…) çağımız insanının içine sığınacağı/sığışacağı, böylelikle naif bir savunmasızlığa taşınabileceği mekânlar üretir.
Ne ki bir çocuk ruhunu hayata hazırlayan ve onu sığıntılıktan kurtaran sığınaklar, yetişkinlerde tam tersi bir etkiye yol açmakta: korunmaya muhtaçlık. En basitinden, konfordan güç devşirmeye yeltenen ve konforu ev dışındakilere karşı bir kendine güven kalkanı olarak kullanmaya iten ruh zaafı…
İçtenlikten kaçınca
İlkin şu satırlara bakalım: “Döşemenin ruhsuz lüksü ancak ölü bir gövdenin varlığında gerçek bir konfora dönüşebilir. İç mekânlarda barınan o gösterişli Şark çok daha ilginçtir. Acem ve Osmanlı halısı, avize ve hakiki Kafkas hançeri… Dürülmüş ağır kilimlerin ardında kendisini bir Doğu taciri gibi, hanlığının beyhude tılsımına hükmeden lâgar bir paşa gibi hisseden evin efendisi, hisse senetleriyle âlemler yaşar; ta ki güzel bir ikindi, divanın üzerinde sallanan gümüş askıdaki hançer, öğle uykusunu ve kendisini nihayete erdirinceye kadar”. (Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, İstanbul, 1993, s. 53.)
Demek ki ev yalnızca içinde yaşayanın zevkini yansıtmaz, içinde yaşayana kendi zevkini de verir.
Mekânın poetikasını kurgulayan Gaston Bachelard “Büyük kentin sakinleri, üs üste konmuş kutular içinde yaşar. (…) Sokak numarası, kat numarası, bize ait bu ‘saymaca dediğin’ yerini belirler; ne var ki barınağımızın çevresinde ne bir alan vardır, ne de kendine özgü bir dikeylik. (…) Büyük kentlerdeki evlerde dikeylikle ilgili içtenlik değeri eksikliğine, kozmiklikten yoksunluğu da eklemek gerekir. Bu evler artık doğanın içinde değildir. (…) Bu konutlarda her şey makinadır ve içtenlikli yaşam bu konutların her yanından kaçıp gitmektedir.” demekte. (Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, Kesit Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 54.)
Mekânın ruhu insana yansır ve insan, yaşadığı, bulunduğu mekânın ruhunu yansıtır. Tıpkı bir ikindi sonrası sonbaharında durgun bir göle bakan bir adamın gözbebeklerinden yansıyan görüntü gibi.
Kiralık ruhlar
Ruhunun gözüyle bakabilen kişi, çoğunluğun cansız saydığı bir evde yaşayan bir insanın mı yoksa o insanın yaşadığı evin mi canlı olduğu sorusunu sorabilen kişidir.
Çağdaş yaşama ortamları, ruhun nefes alma yollarını biz doğmadan epey önce tıkatmıştı.
Çelik, beton ve cam. Çağdaş yapıların birbirinden ayrılmaz teslisi… Manevi olanın, binalarımızın içine girmesini engelleyen çelikten ağların, zincire vurulmuş Odysseus’un ayağındaki prangadan farklı olduğunu kim savunabilir? Dışarıya bakar gibi yaparken insanı kendi derinliğine dalmaya kışkırtan eski pencere anlayışı yerine, insanı dışarıdan kesen, geri gelmemecesine dışarıyı insandan koparan camdan bir fanus niteliğindeki zamane penceresini zevken kim tercih edebilir?
Ev artık hayatı merkeze almadığı gibi hayatın merkezinde de değil. Bir muhit ev; sanki bir türlü bulamayacağı ruhunu dışarıda biteviye arayan çağdaş insanın tünek muhiti. Üstelik bir yere ait olma duygusundan habersiz doğmakta ve ölmekte birçok insan çünkü kendisine ait olmayan, kiralık bir yerde hayatını sürdürmekte. İşte tam bu yüzden çağdaş insan, değil Mephisto’yla, dilediği karşılığı ödeyebilen herkese ruhu için pazarlık edebilmekte. Ancak kiralık bir evde oturabilenlerin ruhu kiralanabilir.
Tarih boyunca dünyanın her yerinde ev, ruhun sükûn bulduğu yer iken, çağdaş dönemle birlikte bu niteliğini, ancak ertesi gün daha bir yorulacak bedenin dinlenmesine izin verecek bir tekdüzeliğe bırakmış durumda. Hâlbuki ruhunu ihmal eden hangi beden ‘dinlenebilir’ ki! Artık ruhumuzun ikamet edemediği evlerde bedenimizi idame ettirebiliyoruz yalnızca.
Çağdaş ev, sanal bir yuva. Sanallıktan sıyrıldığı biricik durum, insanın yağmurdan bir yere sığınması gerektiğinde ya da güneşin başına geçmesini engellemesi zorunluluğunda, bir de yemek, içmek, uyumak gibi en beşeri gereksinimlerini karşılama ânlarında barınmasını sağlamasında ortaya çıkmakta.
Ruhsuzluktan soğumuş bir yapıyı hangi kombi ısıtabilir ki?
Hâlbuki ev, sahibine kalbini açan bir sevgilinin, mekân kılığına girmiş hâlinden başka nedir?