Reyiz’le gezdiğimiz sokaklar

Ramazan ayının son günlerine yaklaştıkça insanlar hem oruca daha alıştı, hem de iftar sofralarını biraz da olsa daha sakin yemeklerle donatmaya başladı. İlk günlerde aç mideyle her şeyi fazladan sofraya koyarken, son günlere doğru artık neyi ne kadar yiyebileceğini anlıyor insan. İşte Ramazan’ın bir güzelliği de burada. İnsanın sadece midesini değil gözünü de iyileştiriyor. Haliyle insanlar kendini orucun o manevi dünyasına teslim ediyor, ilk günlerdeki agresiflik yerini huzura bırakıyor ve Bayramı beklemeye koyuluyor. İnsan her şeye alışıyor kısaca.

Yazdığım her yazıda, bizim yaşadığımız bölgeden bir tat bırakmaya çalıştım, bazen genel konuların yanında “bizde şu veya bu konuda böyle yapılır” diyerek de yazdığım köşenin ismine sadık kalmaya çalıştım. Bazen yeni bir şey duydunuz belki, bazen duygulandınız, bazen de tebessüm ettiniz. Sanırım biz de birbirimize alıştık biraz. Türkiye’de seçimler yaklaşırken aynı heyecan Balkanlar’a da yansıyor, bundan hiç şüpheniz olmasın. Bizler son yıllarda yakaladığımız bu güzel samimiyetin ve bağın devam etmesi taraftarıyız. Kim ne derse desin görünen bir gerçek var, daha çok gidip geliyoruz, daha çok ziyaret ediyoruz, daha çok tanıyoruz artık birbirimizi. Rumeli dediklerinde belki hafızanızda Balkan Harbi canlanıyordu ve bir hüzün kaplıyordu içinizi. Ama artık beraber aynı masada oturup Balkan çalıştayı düzenliyor, bu bölgede neler yapılabilir diye oturup konuşabiliyoruz. Şu günlerde Ankara’da TİKA’nın misafiri olan, buralardan giden siyasetçiler, yazarlar, âlimler, kültür insanları da bunun ispatı. Derdiniz derdimizdir, öyle ki bizim de derdimiz sizin derdiniz oluyor çok kere. Birlikten güç ve kuvvet doğar diye boşuna dememişler.

Biz birbirimize alışmışken, biraz daha yakından tanışmışken bu samimiyetten de yararlanarak biraz daha iç dünyamız ve özelde evimizin içini açabilirim diye düşündüm. Son günlerde sosyal medya üzerinden buna ne kadar hazırız diye de biraz tarttığım bir mesele bu. Acaba kendi halimize gülebiliyor muyuz, evet gülebiliyoruz, bu iyi.

Üsküp’te sadece kendimizin anlayabileceği bir konuşma dilimiz var. Örneğin “beyaz” dersek, biz onun aslında “mavi” anlamına geldiğini biliriz. Ama etraftan farklı anlaşılabilir o başka. Geçen günlerde bir kelime dikkatimi çekti. Sosyal medyada “Üsküplüler” diye bir sayfa var. O sayfa çok güzel bir şey yapıyor, eski Üsküp’le ilgili siyah beyaz fotoğraflar paylaşıyor. Olan ve bugün yerinde olmayan tarihi eserlerin de resimlerini paylaşıyorlar. Çok güzel bir arşiv oluşuyor. Türkoloji mezunu biri olarak tabi ilk gözüme çarpan şey kelimeler oluyor.

İşte bu sayfada paylaşılan bir görüntü vardı; üzerinde “İlk Reyiz”, yani şehir içinde seferli ilk otobüslerin görüntüsü vardı. “Reyiz” kelimesine içimden güldüm, etrafımda daha yaşlı amcalar ve yengelerden çok duymuşluğum vardı ama ilk kez yazılı gördüğümde Üsküp Türkçesi ya da Üsküp ağzıyla ilgili aklıma gelen birkaç kelime de yazayım dedim. Bu arada, “Reyiz” kelimesinin kökenini Üsküplü mantığıyla düşünerek çözdüm. Eskiden arabayla seyahat edenler hiçbir zaman gittikleri yere arabayla gittiklerini demezlerdi, bunun yerine arabanın markasını söylerlerdi. Mesela bizde çok bilinir, “İstanbul’a Fiçoyle gittık, 6 kişi sıgmiştık içine”. Bunun yanında Yugoyle, Zastavayle, Ladayle gibi kelimelerle başlayan cümleler kuruldu. Bu mantıkla hareket ettiğimde “Reyiz” konusu aydınlanmaya başladı kafamda. Türkçe bir kelimeye benzese de aslında Almancaymış. Yugoslavya döneminde de otomotiv sektörü Almanlarla çok çalışmıştır. Gelen ilk otobüslerin de ismi “Reissenbus-otobüs” olunca bizim Üsküplüler onu Türkçeleştirip “Reyiz” demiş. Yani artık şehir içinde hep “Reyizle” gezmişler.

Bunun yanında uçak değil tayyare, havlu değil peşkir-peştemal, yağmur değil rahmet, çocuk değil maksım (maksum, masum) soba değil kümbet, simit değil gevrek, maden suyu değil ekşi su, ayakkabı değil potin, sebze değil zarzavat, fıstık değil kikirik, şeker değil bonbone, kuru fasulye değil gra, bilezik yerine kolluk, deprem yerine zerzele, domates yerine patlican, biraz yerine birkatre, hemen yerine birlahze gibi kelimelerin bugün de hâlâ kullanıldığını, bunları kullanırken de Türkiye’den gelen biriyle konuşmalarda anlık olarak kendi Türkçemizden hemen günümüz Türkçesine tercüme ettiğimizi fark ettim. Hal böyleyken, Türkiye ile son dönemlerde fazla yakınlık olunca da yavaş yavaş bu gibi kelimeleri biz de kullanmamaya başladık.

Yabancı kelimelere sözüm yok ama etimoloji açısından Türkçe kelimeleri yine de korumamız gerek diye düşünüyorum. İsimler, fiiller, sıfatlar derken Ramazan günlerinde herkesin bu konuyla epey eğlendiğini de gördüm. Keza ben de çok eğlendim açıkçası. İsimlerden sonra birçok fiilin de kendi anlamı dışında, başka fiillerin yerine de kullanıldığını açıklayıp örnekler verince “fıkra” gibi malzemeler oluştu. Mutlaka yazılmalı, makaleler olmalı, tezler savunulmalı, kitaplaşmalı derken üzerimde tuhaf bir sorumluluk hissetim. Biz bunu yapmazsak kim yapacak, bugün yapmazsak ne zaman yapacağız?

Bizim kuşak yavaş yavaş birçok eski kelimeyi unutmaya başlamış. Unutmuş demeyelim de kullanmıyor diyelim. Annelerimiz, babalarımız, dede ve amcalarımızdan hayatta olanlarla daha çok oturup konuşmamız gerek diye düşündüm. Hem sadece Üsküp değil, hemen dibinde Kalkandelen, yanında Gostivar, Struga, Doğu Makedonya’daki köyler gibi inanın coğrafik olarak yakın olsa da tüm bu şehirlerdeki ağız farklılığı hemen hissedilir. Bu konuda bilimsel çalışmalar yapılmıştır, ama insanların her an ulaşabilecekleri, daha farklı anlatımla hatta hikâye, öykü ya da farklı bir şekilde halka sunulmalı diye düşünüyorum.

Farklı anlamda kullanılan fiiller, sıfatlaşmış isimlerle iki gerçek olaydan bir konuşma çıkardığımda fıkra halini alıyorsa, hatta bunlardan eskiden yazdığım ve amatör olarak oynanan birkaç parodiyi de eklersek, pekâlâ tiyatro oyunları da çıkar, filmler de çıkar. Örneğin yakmak fiili bizde çalıştırmak ya da açmak anlamında kullanılır, çevirmek yerine kıvırmak, hareket etmek yerine tepişmek, oynaşmak, ıslanmak yerine yaşlanmak… Hal böyle olunca bazı konuşmalar yanlış anlaşılıyor. Teyzem kırk küsur yıl İstanbul’da yaşadı ama hâlâ “arabayı yak” der. Televizyonunu yakıp sonra söndüren yaşlı teyzenin konuşması, yol tarif eden ve sağdan sonra “kıvırmasını” söyleyen amcaların, “yaşlanan çocukların” ne anlama geldiğini Üsküp ağzını bilmeden anlayamazsınız.

Bu öyle geniş bir konu ki sanırım haftaya devamı gelecek. Bu arada Üsküplüler televizyonu yakar ama gazeteyi asla yakmaz, arabayı kıvırır ama kendi kıvrılmaz, yaşlanır ama ihtiyarlamaz, kapıyı “kaptırmadan” kapatır, çamaşırları “sodası” çıkana kadar “çalkalar”, evin avlusu tertemizdir çünkü “çimentoyu her gün yıkar”. Anlayamadıysanız “Hem Türkçe konuşim hem anlamay” der öylece bakışırsınız.