Eskici, Refik Halit Karay’ın en güzel hikâyelerinden biridir. Bu hikâyenin kahramanı Hasan’dır. Hasan hem yetim hem de öksüz kalır. İstanbul’daki yakınları onu Filistin’de yaşamakta olan halasına gönderirler. Hasan’ın İstanbul’dan ayrılıp Filistin’e doğru adım adım Türkçeden uzaklaşarak gitmesi yürek burkucudur. Bu hikâye, her okuyuşumda bana dağılan koca bir imparatorluğun hazin öyküsünü hatırlatmıştır. Küçük bir alıntı:
“Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: “Çocukcağız Arabistan’da rahat eder” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.”
Hasan Filistin’e vardıktan sonra günlerce, aylarca hiç konuşmaz, içine kapanır. Evin avlusunda eskici ayakkabıları tamir etmektedir. Hasan, eskiciyi seyrederken dalıp gittiği için İzmit taraflarından bir Türk olan eskici ile birden Türkçe konuşmaya başlar. Hikâyenin en etkileyici sahnesidir. Hasan’ın boğazındaki yumruklar çözülmüştür. Harekete geçen coğrafyanın kendisidir.
Edebiyatımızda benzer hikâyeler var. Ben Zeytindağı’ndaki “Allaha Ismarladık” başlıklı bölümünü de aynı kopuşun acı hikâyesi şeklinde okurum. Muhtemelen Falih Rıfkı’nın anlatmak istediği sonuçların tam aksini çıkarmışımdır. Oğlum Ahmet’i gördün mü, diyen ananın acısını Falih Rıfkı kadar güzel anlatan çıkmamıştır. Kafkaslar, Galiçya, Çanakkale, Trablusgarp-Bingazi, Kanal, Kudüs, Gazze, Kut ve Bağdat… Her birinden ülke çıktı bu şehirlerin. Koca imparatorluk denildiğinde anlamsız gelmesinin sebebini başka türlü izah edemeyiz, bugün o büyüklükten çok uzaktayız.
Kafkas İslam Ordusu subaylarından biri, Bakû önlerinde İngilizleri görünce yine mi bunlar dedik, diyor hatıratında. Çanakkale’de savaştığı için İngilizlerle karşılaşmanın manasını bilmektedir. Onlar da bizi görünce memnun olmamıştır, diye ilave ediyor. Hakikaten 15 Eylül 1918’de Kafkas İslam Ordusu’nun Bakû’yu kurtarışına tekabül eden günleri yazan İngilizler memnuniyetsizliklerini açıkça belirtmiş, Bakû’yu Türk ordusunun karşısında kimse savunamaz demişlerdir.
Galiçya’dan Derne’ye, Kanal’dan Kut’a ve Gazze’den Bakû’ya kadar uzanan bu geniş sahada dünyanın en eski şehirleri birer medeniyet abidesi olarak varlık göstermekteydi. Bu şehirlerin hemen hepsinde Anadolu Türk’ünün izleri vardır. 2005’te çok geç bir tarihte ziyaret ettiğim zaman Bakû’daki Şehitler Hıyabanı bende derin hisler uyandırdı. Daha önce 1992’de Balkanlarda da benzer hislere kapılmıştım. Tarihin derinliklerinden kopup gelen hatıralar, sesler bizi rahat bırakmıyordu. Zaten Çanakkale Şehitliği bütün bu coğrafyanın özeti gibidir. Balkanlara, Kafkaslara ve diğer yerlere gidemeyenler mutlaka Çanakkale Şehitliği’ne gitmeli. Öyle kalabalık gruplarla da değil, özel günlerin dışında, sükûnetli ortamlarda hissederek bulunmak gerekir.
Osmanlı büyüktü, onun için münevverinin ve askerinin ufku da genişti. Bir Osmanlı münevveri ve askeri Halep ile Antep’i birbirinden ayırmazdı. Ayırmak istese de ayıramazdı, o büyüklük ruhuna sinmişti. Refik Halit’in Hasan’ı İstanbul’dan koparken adeta bütün Filistin kopar. Etin tırnaktan kopmasından duyulan acıyla Hasan’ın İstanbul’dan ayrılışından duyduğumuz acı birbirine benzer. Eskici’de insan ve şehir, şehir ve ülke, vapur ve ayrılık, gözyaşı ve mağlubiyet birbiri içine girer. Hasan Filistin’e varınca halası tarafından müthiş bir sevgiyle kucaklanır ama artık koskoca bir imparatorluk tarihe karışmış, şehirler birbirinden kopmuştur. Çalıkuşu’nın ilk bölümlerini de aynı hisle okumuşuzdur. Bu eserlerin tekrar tekrar okunması ve okutulması bunun için gerekli.
Aradan yüz yıl geçti. Hatıralarımız kayboldu. Onları ancak kitaplardan bulup çıkarabiliriz. Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin büyük şehirlerine, eyaletlerine artık bir ülke kimliği kazandırdılar. Bosna’ya bile elin ülkesi muamelesi yapanlar var. Hâlbuki bizim Bosna, bizim Üsküp, bizim Kosova’dan bahsediyoruz. Biz?… Biz, yani Bakûlu, Tebrizli, Halepli, Şamlı, Kudüslü, Üsküplü, Saraybosnalı, Erzurumlu, Konyalı, Sivaslı, Manisalı… Biz, yani hepimiz.
Yüz yıl sonra birbirimize yabancı olduğumuzu zannetmemiz çok ilginç. Yirminci yüz yıl, bizim kayıplarımız üzerine kurulmuştu. Sadece coğrafî kayıplar yaşamamışız. İmparatorluk birikimi de kaybolmuş. Bugün basınımızda Suriyeliler bağlamında yazılanları okuyunca başka bir ülkede yaşadığımız hissine kapılmamız yadırganmamalı. Sosyal medyada yazılanlar büyük gazetelere de yansımaya başladı. Artık Halepliler üzerine konuşurken Reşat Nuri, Refik Halit ve Falih Rıfkı’nın ufuk genişliğine sahip olmadığımızı kabul etmek zorundayız.
Eskici’de “üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar” cümlesi çok önemlidir. Burada Hasan ile Filistin, Halep, Saraybosna, Üsküp, Bakû ve diğerlerinin ima edildiğini söyleyebiliriz. Bu, o zaman lazımdı, kendi varlığımız da tehlike altındaydı. Koca bir imparatorluğu kaybetmiştik. Fakat bugün artık Reşat Nuri, Refik Halit ve Falih Rıfkı’yı yeniden okumamız gerekir.
Refik Halit, Eskici, Hasan ve Suriyeliler
