Yaşadığımız coğrafya en son I. Dünya Harbi esnasında büyük bir saldırıya maruz kaldı. Bütün bir coğrafyamız ateş çemberinin içindeydi. Emperyalizmin Osmanlı coğrafyası dışında hâkim olmadığı yer, neredeyse hiç kalmamıştı. Başını İngiltere ile Fransa’nın çektiği Batı Avrupa emperyalizmi, işte bu coğrafyayı da mutlak bir egemenlik sahası olarak gördüğü için Osmanlı orduları son bir hamle ile buna cevap vermek istemişti. Osmanlı’nın ve Enver Paşa’nın bu son hamlesiyle “uyandırdığı benlik gururu, bir gelecek umudu” ve “verdiği hayal kırıklığı” arasındaki gerilim zihinleri hâlâ meşgul etmektedir.
Türk edebiyatında, I. Dünya Harbi’nin farklı cephelerinde yaşananları anlatan canlı tanık hikâyeleri çok değildir. Feridun Kandemir’in Medine Müdafaası Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler adlı kitabı istisnaî bir yere sahiptir. Bu eser hatırat türünün en güzel örnekleri arasında sayılmalıdır. Kitapta I. Dünya Harbi’nin acı hatıralarından Medine’de yaşananlara ışık tutulmaktadır. Feridun Kandemir, bu güzel eserde, Fahrettin Paşa’nın Mondros Mütarekesi imzalanmış olmasına rağmen Medine’yi teslim etmediği günlerde Türk ordusunun yaşadığı maceraları anlatır. Yazar, bu zor günlerde Medine’de Hilal-i Ahmer cemiyetinde gönüllü olarak bulunmaktadır.
Aslında Feridun Kandemir’in bu kitabı yazma düşüncesi yoktur. Bir gün Babıali’de bir gazete idarehanesinde Medine’de gördüklerini anlatırken Süleyman Nazif, anlatılanlardan çok etkilenir ve “Çocuk, çocuk! Sen git, bunları bir meydanda bütün bir millete anlat” der. Medine Müdafaası Peygamberin Gölgesinde Son Türkler, Süleyman Nazif’in bu sözleri üzerine yazılır. Keşke dönem hakkında bu kitaplardan daha fazla yazılsaydı.
Tam tamına 25 sene önce, Nehir Yayınları arasında yayımlandığı zaman okuduğum Medine Müdafaası Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler adlı kitapta Türk ordusunun Medine’yi müdafaa ederken yaşadığı sıkıntılar dikkat çekici tablolar hâlinde tasvir edilmiştir. Bu tablolardan birinde Fahrettin Paşa’nın neferlerin erzak problemini çözmek için çekirgelerden nasıl faydalandığı anlatılır. Paşa’nın çekirgelerin pişirilme şeklini neferlere ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu bölüm çok etkileyicidir.
Kitabın hafızalardan hiç silinmeyecek kısmı Mehmet Akif Ersoy’un Asım’ında yer verdiği Çanakkale Şehitlerine adıyla ünlenmiş şiirinin yazılış öyküsünün anlatıldığı bölümdür. Mehmet Akif ve Kuşçubaşı Eşref Bey, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın bilgisi dâhilinde Arap aşiretleri arasında propaganda faaliyetlerinde bulunmak için Hicaz’a doğru yola çıkarlar, yıl 1915’tir. Uzun ve yorucu bir seyahatten sonra Akif ve Kuşçubaşı, Hicaz demir yolu hattının son istasyonu El-Muazzam’da istirahat etmektedirler. Kuşçubaşı, Enver Paşa ile telgraf hattı üzerinden muhaberede bulunur. Muhabere bittikten sonra Enver Paşa, şairime söyle Çanakkale’de muzaffer olduk, der. Kuşçubaşı Eşref Bey bu haberi aldıktan sonra hızla kulübenin dışına çıkar ve hurma ağaçlarının altında dinlenmekte olan adama yönelerek “Akif, Akif! Çanakkale’de muzaffer olmuşuz” der.
Görenlerin ifadelerine göre Akif, bu sözü duyduktan sonra fazla bir tepki veremez ve uzun bir süre kendi başına etrafta dolaşır, bütün bir gece uyumaz. Akif’in bu tuhaf durumu beraberindeki insanları endişelendirir. O gece Çanakkale Şehitlerine başlıklı büyük eser kaleme alınır.
Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler’de birçok bölüm etkileyicidir, ne yazık ki biz bu bölümlerden çok azını burada anlatabileceğiz. Yukarıda belirttiğimiz gibi Fahrettin Paşa, Mondros Mütarekesi imzalandığı halde teslim olmamakta direnir. İngilizlerin İstanbul’daki siyasî baskısı had safhadadır, savaşın tekrar başlayacağı yönünde tehditler büyük bir endişeye sebep olur.
Fahrettin Paşa, İstanbul’dan gelen son bir emirle teslim olmak zorunda kalır. Teslim olan ordunun neferleri, İngiliz hâkimiyetindeki Mısır’a götürülür. Hadise Avrupa basınına akseder ve Avrupa yüksek sosyetesinden epeyce “kibar hanımefendi” Mısır’a koşar. Amaçları “kederin bir cilvesi”yle esir düşmüş Türk askeri önünde “selfi” çekmektir. Kolay değil, Türk askeri esir düşmüş ve bu şans acaba kaç zamanda bir yakalanır. Bu şansı iyi değerlendiren Paris ve Londra’nın yüksek tabakası Mısır’da esir Türk askerlerini arkasına alarak bol bol fotoğraf çektirirler.
Paris’in ve Londra’nın yüksek tabakasına mensup hanımlar sırayla fotoğraf çektirirken bizim esir düşmüş askerimiz acaba olan biten karşısında neler düşünüyordu. Zaferi ve mağlubiyeti aynı vakarla karşılayan atalarımızın fotoğraf çektirme yarışı karşısında da vakur bir tavır sergilediğini zannediyorum. Bir gün aramızdan biri bu fotoğrafları bulup bir kitap hâlinde bir araya getirirse o vakur duruşu göreceğimizden eminim. Olsa olsa “benlik gururu ve gelecek umudu”ndan sonra “hayal kırıklığı” yaşamışlardır. Çünkü bizzat kendileri dağılan bir imparatorluğun kırık dökük parçalarıdır.
Bir zamanlar bu ülkede, Medine Müdafaası Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler nev’inden kitaplar çok sınırlı bir kesim tarafından okunurdu. Okuyan insan az olduğu için tarihimizin en önemli hadiseleri devrin siyasî şartlarında gündeme gelmezdi. Tarihi 1923’ten başlatan bir zihniyetin temsilcileri hâkim durumdaydı ve gündem artık bu kitaplarla ilgilenmek için müsait değildi. İlgiler değişmiş, başka şeyler değerli hâle gelmişti. “Vatan, millet, Sakarya” alay konusuydu.
Bugün artık milletimizin üzerindeki ambargo kalkmıştır. Sun’î gündemler, yerini sahici meselelere bırakmaya başlamıştır. Gelişen hadiseleri anlamaya çalışıp, bakışına bir derinlik kazandırmak isteyen genç kuşaklar bahsettiğimiz eserlerle mutlaka buluşacaktır. Bundan sonra sahici kitaplara ihtiyacımız her zamankinden daha fazla olacaktır ve tuhaf kişisel gelişim kitaplarının itibarı eskisi kadar olmayacaktır.