Peki, ya sonra…

Balkan savaşları başlamadan önce, Osmanlı Balkanlarında Müslümanlar nüfus bakımından en büyük toplumdu. Hatta bu 1877-78 Türk-Rus savaşında Rusya’nın amacı Balkanlarda Müslümanlardan arındırılmış kendi ön kalesi olacak bir Bulgar devleti yaratmaktı. Bu savaş, Türk tarihinin en büyük felâketlerinden biridir de aynı zamanda. Bazı hatalar, içerdeki didişmeler, bölünmüşlükler büyük bir kayba neden oldu, o dönem tarihi çok uzak bir tarih değil.
İnsan ömrü için yüz, yüz elli yıl belki uzun bir zaman dilimidir ancak tarihte bazen sadece bir paragrafa sığar. Mesela “Üsküp, İstanbul’dan önce fethedildi” demek kolaydır, ama arada 61 yıl vardır. İşte yüz yıldır değişen nedir diye sorsalar, aslında şu anda binlerce sayfa olay anlatılır ama ilerde bu nasıl bir paragraf olacak bilemiyorum. Unutulmuş coğrafya ve unutulan tarih zihnimizi tembelleştirir.
Unutulmayan bir tarihten ders alınır asıl, bu yüzden arada sırada gazete okur gibi tarihin sayfalarını okumak gerek. Umuyorum yeni öğretim yılı başlamadan hazır ders kitapları da -Kuzey Makedonya olduktan sonra – yenilenecekken, tarih kitaplarında Osmanlı Devleti hak ettiği saygınlığı bulur. Yanlış yazmak tarihi değiştirmez, sadece bir süreliğine egonuzu tatmin eder.
Yazımın başında “Balkan savaşları başlamadan önce” diye bir giriş kullandım. Peki, ya sonrası… Osmanlı Balkanlarında Müslümanlar, nüfus bakımından en büyük toplum olmanın yanında ekonomik açıdan da geliri iyi olan ailelerden çoğu Müslümandı. Göçlerle hem nüfusun sayısı azaldı, hem de ellerinde ne var ne yoksa yağmalandı.
2. Balkan savaşı ve hemen akabinde 1. Dünya Savaşından sonra Balkanlardan göç etmek zorunda kalmış ailelerin hazin hikâyeleri var. 1920’lere kadar büyük şehirler, Üsküp gibi mesela, beyler tarafından idare edilmiş ama kabadayılar tarafından korunmuştur. Köyler yağmalanmış, çetecilerin hışmına uğramış halk mecburen göç etmek zorunda kalmıştır.
Üsküp’ten göç etmek zorunda kalan Yahya Kemal Beyatlı’nın aile dostları olan bir aile ile tanıştım. Üniversitede rahmetli bir Hocamız vardı, o da gençliğini anlatırken bize saf, temiz bir göç hikâyesi anlatıyordu her defasında. Ailesi Üsküp Beylerinden olan, yine göç etmiş farklı aileler ile görüştüm. Çoğu trenle göç etmiş, bu esnada İstanbul’a varıncaya kadar zaten ellerindeki tüm değerli eşyaları yolda gitmiş. Mal sahipleri, evlerini, dükkânlarını satmak zorunda kalmış, sattıkları fiyat belki sadece bilet parasına yetmiş.
Devlet zaten zînet ile ya da ellerinde para ile gitmelerine izin vermemiş. Halı dokuduklarında halının içine gizlemeye çalışmışlar, ekmeğin içine koymuşlar, zaten sandıkları gümrükten geçip aylar sonra onlara ulaşmış ya da hiç ulaşamamış. Eski bir odun saat, belki de çeyizlik kırık ayna ve tarak onlara doğdukları şehirden yadigâr olarak kalmış. Geliri iyi olmayan ailelerin durumu zaten çok daha kötü, onların en büyük derdi sağ ulaşabilmek.
Bugün hâlâ bir yerlerde gömülü altınların, mücevherlerin olduğu efsanesi konuşulur. Osmanlıdan kalma bir küp altın bulmak isteyenler hâlâ yorulmadan kazma kürek kazar, koskoca kaleleri “arkeolojik” kazı yapıyor yalanı ile kazıdılar doymadılar. Yüz yıldır doyuramadık, ne mal ne mülk ile doydular. Yakın zamana kadar doktora gittiğinde insan muamelesi görmek için Müslüman kesim, doktorları bile doyurmaya çalıştı. Bir evrakın işlemini hızlandırmak için devlet memurlarını doyurmaya çalıştık.
Balkan savaşlarından sonra anlayacağınız her geleni doyurduk, her gideni doyurduk. Kiminin kalbini doyurduk, kiminin egosunu doyurduk, kiminin cebini doldurduk. Tarihte yüz yıl nedir ki, bizleri hâlâ mirasçı görenler var. Bize edep, âdâb, sabır, şeref, adalet, hoşgörü, din, dil, vatan emanet edenlerin torunlarıyız. Arka bahçemizde kazı çalışmaları var, olsun, elimizdekiler daha değerli. 