28 Şubat sürecinde yaşadığım şehrin insanlarında önemli değişimler oldu. Çoğu kimse durduğumuz yerin zayıflamaya başladığını görebiliyordu. Bu zayıflama durumu aslında birçok alanda kendini gösteriyor fakat süreci değiştirme yönünde herhangi bir adım atmak mümkün olmuyordu. Fetullahçılar bütün alanları ele geçiriyor, farklı kimselere yaşam hakkı vermiyordu. Açıkça söylemek gerekirse yaşadığımız tuhaflıkları anlamlandırmak o kadar da kolay değildi. Çoğu kimsenin farklı dünyalara yelken açtığını görüyorduk ama elimizden bir şey gelmiyordu. İzmir’de bazı örgüt ve ailelerin bütün gelişmeler üzerinde belirleyici oldukları ve deyim yerindeyse kuş uçmasına izin vermedikleri günler başlamıştı.
Bu dönemde Türk dünyasında öğretmen olarak çalışmak istedim ve bunun için MEB’e başvurdum. Amacım Türk dünyasının birbirine yakınlaşması yolunda çalışmaktı. Başvuruyu yaptığımın birinci haftasında çalıştığım okula gelen bir devletlü, Türk dünyasında çalışmam için bazı şartları yerine getirmem gerektiğini söyledi. Talep edilen şeyler, benim gibi sıradan bir kimsenin yerine getiremeyeceği türdendi. Kabul etmedim ve birtakım tehditlere muhatap oldum. Açıkçası üzüldüm. Benimle görüşmeye gelen kimseye devletin Türk dünyası hakkındaki tercihlerinin yanlışlığını anlatmaya çalıştım. Bu alanda belirli bir fikir doğrultusunda çalışmalar yapılması gerektiğini söylemeye çalıştım ama devleti temsil ettiği düşünülen kimseler tercihlerini yapmıştı. Ne yazık ki bu tercihler bizim Türk dünyasında kök salmamızı engelleyecek hatta başımıza olmadık işler açacak türdendi.
Karşımdaki kişiyle düşüncelerimi paylaşmaktan endişe etmiş olsam da karar vericilerden birini bulmuş olmanın verdiği cesaretle açık konuşmaya çalıştım. Ama gerçekten endişe ettiğimi belirtmem gerekiyor. Bu kişi en sonunda “AK Parti’nin iktidarda olmasına güvenme, bizim isteklerimizin dışında bir şey olmaz” dedi ve ayrıldı. Dediği gibi de oldu, başvurumu dahi kabul etmediler. Hâlbuki başvurumun önünde maddî bir engel yoktu. Bu olay 2003’te gerçekleşti.
Son zamanlarda Paralel Devlet Yapılanması ve Fetullahçı Terör Örgütü şeklinde tanımlanan yapı ilk başta faaliyet alanı olarak Türk dünyasını seçmişti. Bu dünyaya gidip gelen ve FETÖ’cülerle alakası olmayan kimseler durumun vahametine dikkat çekmiş olsa da kimse aldırış etmedi. FETÖ’cüler sahada istedikleri gibi örgütlendiler. Güçlü devletlerin onların üzerinden bu coğrafyaya yerleştiği Türkiye’de bilinmeyen bir husus değildi. Güçlü ve emperyalist devletlerin istihbarat örgütleri Türk dünyasında uzunca bir zaman neredeyse rakipsiz bir şekilde at oynattı. İstedikleri gibi oyun kurdular. FETÖ, süreç içinde istihbarat örgütleri için bir paravandı.
Osmanlı en zayıf olduğu dönemde bile Türk dünyasında varlık gösterebilmişti. Abdürreşid İbrahim’in 1912’de basılan Âlem-i İslam ve Japonya’da İslam’ın Yayılışı adlı kitabı Osmanlı’nın Orta Asya’da varlığını gösteren önemli bir kaynaktır. Abdürreşid İbrahim’in kitabında dile getirilen hususlar Japonya’nın da durumdan haberdar olduğunu ve dolayısıyla bu coğrafyada Türklerle birlikte hareket etmeye çalıştığını gösteriyor.
1990’ların hemen başında Sovyetlerin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri bağımsızlaştı fakat Türkiye’de hem PKK hem de onun dolayımında yaşanılan birçok sorun vardı. 1993’ün kara bir yıl olmasının anlamı hâlâ tam anlaşılmadı. Türkiye o yıllarda birçok açıdan kuşatılmış olsa da Türk dünyası hakkında bir fikre sahip olabilirdi. O yıllarda da şimdilerde olduğu gibi bürokrasi kendi bildiği yolda gitti. Siyaset yapıcıları Türkiye’nin derin aklına müracaat etmedi. Türkiye’nin gözleri paravan örgütler, şirketler ve aileler tarafından kapatılmıştı. Nedense her yerde aynı yüzlerle karşılaşıyorduk.
İslam coğrafyasında olduğu gibi Türkistan da sömürgecilik döneminin bütün olumsuzluklarını yaşadı. Batı ve Doğu Türkistan, Rus ve Çin esaretinden derin bir şekilde etkilendi. Dolayısıyla çok kapsamlı fikirlere ihtiyaç vardı ve muhakkak uzun vadeli çalışmalar yapılmalıydı. Ama olmadı, hâlâ o günlerin ufuksuzluğunun olumsuz sonuçları ile boğuşuyoruz. Bugün dahi bu geniş ve önemli coğrafya hakkında uzun vadeli görüşlere sahip olan kimseler neredeyse bir elin parmakları ile gösterilebilecek kadar azdır. Onların da ciddî anlamda etkili oldukları söylenemez.
Nihayet İstanbul’da bir eğlence mekânında yapılan katliamda bir Doğu Türkistanlının (Uygur Türk’ü) adı geçti. Bu lanet katliamın bizzat kendisi başlı başına büyük sarsıntılara yol açabilecekken bir de failin bizim canımızdan bir parça olan Doğu Türkistan’dan bir Türk olması dayanılacak bir durum değildir. Bu olaydan sonra haberlere yansıyan kareler doğruysa ülkemizde yaşam mücadelesi veren Türkistanlı kardeşlerimize yönelik bir kuşku oluştuğu söylenebilir. Belki bu cinayeti kurgulayanların hedeflerinden biri tam da buydu. Hatta arsız kimselerin Türkistanlı kardeşlerimize saldırdığı yönünde bilgiler bile var. Ne acı.
1990’lardan bu tarafa bütün olumsuzluklara rağmen Türk dünyası ile kurulan ilişkilerimiz Türk ve Müslüman dünyanın geleceği açısından son derece önemlidir. Artık devletin geniş Türk dünyası ile ilişkilerimizi farklı bir gözle görmesi gerektiği anlaşıldı. Bu sefer paravan şirketler, paravan örgütler ve paravan ailelerin neleri gizlediği iyice ortaya çıkarılmalıdır. Bu sadece İzmir için geçerli bir durum değildir. Dershane ve 17-25 Aralık sürecinde FETÖ birçok grup, cemaat ve örgütün içinde kendini gizledi. Yeni paravanlar oluştu. Devlet kurumlarının varlığımıza yönelik bu örgütlü tehdit karşısında geri adım atmayacağını biliyoruz. Fakat ciddî anlamda bilgi eksikliğinden bahsetmek hata olmasa gerek.
Bugün Türkiye’de büyük bir mücadele yürütülüyor. Bu mücadelede önemli bir yol alındığını görmek gerçekten umut vericidir. Hatta paravan şirket, paravan aile ve paravan örgütlerin tasfiye edileceği ve arkada rahat rahat çaylarını yudumlamakta olanları görebileceğimiz günlere çok az kaldığını hissediyoruz.